28 Nisan 2008 Pazartesi

Çiçekler de çiçekler, avizem de avizem...

Geçtiğimiz hafta sonu Bauhaus’daydım. O ne güzel çiçeklerdi öyle bir görseydiniz. Bence sizde bayılırdınız. Hepsini çekemedim. Aşkım “herkes sana bakıyor, yeter artık, bu kadar fotoğraf” diye söyleniyordu da. Bu yüzden çiçekleri istediğim gibi çekemedim. Orkideler, petunyalar, menekşeler, daha bir sürü adını hatırlayamadığım canlı, capcanlı, rengarenk çiçekler vardı. Bıraksalar hepsinden birer, ikişer alırdım. Ama Bauhaus’dan çıkarken; bir tane pembe menekşe alıyım dedim. Sonra dönüşte alırız, elimde taşımıyım dedim. Biz dönerken kasalar çoktaaaaannn kapanmıştı bile. Yani alamadım. Aklım “pembe menekşe”mde kaldı. Ne güzel mutfağıma koyacaktım işte. Cepa AVM’nde gezmekten vakit kalmadı almaya…


Çiçekler acayip güzeldi. Birde biraz aşağıda yer alan, fotoğrafını çektiğim avizede çok güzeldi. O da Bauhaus’da satılıyordu. Süper bir avizeydi. Yalnız fotoğrafta biraz parlamış, çok net belli değil nasıl olduğu. Yine ben fotoğraf makinemi yanıma almayı unuttuğumdan; aşkımın cep telefonuyla çektim fotoğrafların hepsini de. İyi çıkmış yinede, güssselllll çıkmış…

Neyse avizenin fiyatına gelelim. Evet fiyatı 4.000.-ytl idi. Etiketini de çekiyim, çıksın istedim ama fazla uğraşamadım çünkü gelen geçen bana bakıyordu. Bekliyordum, bir soru ama gelmedi. İçimden; “kardeşime fotoğrafını göndereceğim de; aradığın avizeyi buldum işte diye” filan söyleniyordum açıkçası...

Sizce bu avize, bu fiyat eder mi? Bence etmez. Çünkü ben yakından gördüm, inceledim. Bayıldım aslında, çok beğendim ama çok da param olsa, bu avizeye bu parayı verip de, almazdım. Doğru söylüyorum. O parayla yapılacak daha güzel şeyler var bence. Hani haftalardır devreden şu sayısal loto var ya; benim de sürekli oynadığım. İşte o sayısal lotonun büyük ikramiyesi bir kişiye çıkmış. Altı trilyon mu, ya da ona yakın bir rakam herhalde. Tam olarak bilmiyorum. O ikramiyede bana çıksaydı; inanın bana yine de bu avizeye 4.000.-ytl vermezdim. Kimler satın alıyorsa, bilmiyorum ama vardır bir bildikleri herhalde.“Ne yaparsın biz cahiliz bu konuda, anlamıyoruz galiba”deyip geçiyorum işte. Bir de oturup, buna kafa yoramayacağım...
Bir anda aklıma geldi. Şu altı trilyon kime çıktı acaba? Belki de hiç ihtiyacı olmayan, çok zengin birine de çıkmış olabilir. Ama inşallah öyle olmamıştır. İnşallah, ihtiyacı olan bir aileye çıkmış olsun. İnanılmaz zengin olanlardan bazıları; hala şans oyunlarını oynayıp, bu oyunlardan para kazanma isteklerinin peşinde olduğunu biliyor muydunuz. Bunu da hiç anlamıyorum. Adamın ölünceye kadar kendini, ailesini ve tüm sülalesini yaşatacak parası var ama o hala şans oyunlarını oynayıp, büyük ikramiyenin kendisine çıkmasını bekleyebiliyor. Neler var neler, ne ilginçlikler…

Gelelim tekrar benim avizeye. Hala orada asılı duruyordur eminim ki. Alan olmamıştır onu. Kim alacak ki o avizeyi zaten. Ama almak isteyen olursa Bauhaus’dan alabilir. İzin veriyorum yani, alabilir. Bu iyiliğimide unutmayın lütfen. Kendim alamadım ya, belki bir alan çıkar. Ama eğer fiyatı bin ytl civarında filan olsaydı, belki düşünebilirdim. (Yinede avizede, aklım kalmış anlaşılan)...
*********
Satıcı firmaya buradan minik bir duyuru: "avizenin fiyatı, bin ytl civarlarına düşerse alabilirim"...



27 Nisan 2008 Pazar

Böyle fotoğraflar çekmem lazım...

Biraz önce maillerime bir baktım ki; arkadaşım Emoş'dan inanılmaz güzellikte fotolar gelmiş. Fotoğraflar harikaydı. Eeeee tabiki hepsini de bloğuma koymadım. En çok beğendiklerimi ayırdım. Ben ne zaman böyle bir manzaranın fotoğrafını çekeceğim?Haaaa! ne zaman ? Kendime acayip kızıyorum. Ankara'da böyle yerler bulamıyorum, yok. Ya da var, ama ben görmüyorum.
**********
Aslında mesela; Amasra Ankara'ya arabamızla 3-4 saatte gidebileceğiniz bir yer. Hemde denizi bile var Amasra'nın. Deniz kenarı bir yer orası. Bir haftasonu aşkımla yola çıkıpta, gidemedik şu meşhur Amasra'ya. Cumartesi yola çıkıp, o gece orada kalıp, Pazar günü öğleden sonrada dönerdik. Ne güzel olurdu. Mesafede yakın, yolda bunalmazdık. Ayyyy gerçekten kendime sinir oldum şimdi. Ankara'da AVM'lerini gezeceğimize; biraz doğa, çiçek, ağaç, deniz manzarası görsek daha iyi olurdu bence. Hemde süper olurdu...
üüüü***********
Ayrıca Amasra'ya gelmeden önce, Safranbolu'ya da uğrama şansınız var. Sabahları uğrayanlar, köy kahvaltısı yapıyorlarmış orada. Tam yolunuzun üstünde çünkü. Ben daha gitmedim ama gitmişim gibi de anlatıyorum yaaaa. Gidenlerin anlattıklarını dinleyerek, edindim tüm bu bilgileri. Geçen hafta sonu en son, işyerinden arkadaşım Meral gitmişti. Çok güzel geçmiş, beğenmiş Amasra'yı. Denize bile girenler vardı dedi. Şaşırdım, inanamadım. Antalya'da bile denize girenleri duymadık çünkü. Demek ki; "Amasra Halkı" denizi çok seviyor. Öyle haziranı, ağustosu bekleyemiyor. Güneş çıksın yeter diyor herhalde, denize girmek için. En kısa sürede Amasra'yı, Çakraz'ı görmek istiyorum. Havalar çok ısınmadan. Çok sıcaklarda gezmeyi sevmiyorum da...

Bugün mailime gelen fotolardan biriside bu pisicik. Yani bu fotoyu çeken ben değilim, maalesef. Kim çekmiş onuda bilmiyorum. Eğer bilseydim, inanın adını belirtirdim. Buna emin olabilirsiniz. Gelelim şu kedimize. Ne kadar da güzel bir şey bu böyle. Saatlerce bu pisiciği seyretsem, okşasam bıkmam herhalde. Tüylerinin rengine hasta oldum. Gözleri de inanılmaz yeşilmiş hani. Üzerine yattığı çimlerle aynı renkte mübarek. Bakarken bile içim titredi gözlerine. Ne güzel bir yeşil öyle. Bu picicik benim olsaydı eğer; adını "Yeşilim" koyardım herhalde. Ne güzel; almış güzelim manzarayı karşısına, uzanmış çimlerin üzerine. Oooohhhhh! gel keyfim gel. Bir de şöyle "güzel pişmiş, ekmek arası arnavut ciğeri olsaydı, ne güzel olurdu di mi?" derdim, onun yerinde olsaydım. Kediler ciğere bayılır. Bu arada bende arnavut ciğerini bayılırım, çok severim. Ama kolestrol problemimden dolayı yememem gerekiyor. Elimden gelse, her gün yiyebileceğim bir yemektir aslında. Ama, dikkat etmek zorundayım işte. Ne yaparsın, hastalıklar yavaş yavaş geliyorlar. Keşke gelmeseler, uzak olsalar değil mi ?..
*********
Şu anda onun yerinde, kediciğin yerinde olmak vardı. Güzel bir gökyüzü manzarasına bakarak, çimlerin üzerine uzanmak. Elimde ciğer-ekmek. Evde değil de, orada olmak vardı...
...**********
Benim de artık böyle yerlere gidip, böyle fotoğraflar çekmem lazım. Doğayı, çiçekleri, hayvanları, dağları, gökyüzünü, güneşi, bulutları. Evet bunların fotoğraflarını çekip, bloğumda yayınlamam lazım. İçimde, inanılmaz derecede bununla ilgili bir tutku var. Bu bloğu açmamla birlikte "insanların fotoğraflarını çekmek" duygumun yerini; doğa, tabiat, manzara ve cansız objelerin fotoğrafını çekme içgüdüsü aldı. Yıllardır yapmadığım bir şeyi yapmak istiyorum. Kendim bile hayret ediyorum. Nasıl da böyle bir şey için bu kadar istek duyuyorum diye...
***********
Ne zaman peki ? Ne zaman çekeceğim bu fotoğrafları, ne zaman Ebruli ? Söyleeee ne zaman?..

26 Nisan 2008 Cumartesi

En son ne zaman...

:::::: :::::: :::::: :::::: :::::: ::::::
Düşündün mü sen hiç?

En son ne zaman ağladım diye…

Kaç gün, kaç ay, ya da kaç yıl oldu diye?

Evet, en son ne zaman ağladın? Kim bilir !..

Bilmiyorsun, hatırlamıyorsun, değil mi ?..

Sanma ki, ağlamanı istiyorum…

Sanma ki; üzülmeni, acı çekmeni istiyorum…

Sadece, unuttuğun bir şeyi sana hatırlatmak istiyorum…

Yaşarız, hissederiz ve ağlarız…

Ağlarız ama sevinçten de, mutluluktan da ağlarız…

Sen de bunun için ağla…

Bırak dolsun gözlerin…

Aksın göz yaşların, engel olma…

Akan o yaşlar üzüntüden ya da sevinçten…

Ne fark eder, korkma sen…

Korkma; ağlamak da güzel, gülmek gibi…

Bırak kendini, sıkma, rahatla…

İster sessizce, ister hıçkırıklara boğularak…

Ağla, sadece ağla...

:::::: :::::: :::::: :::::: :::::: ::::::
Ebruli

(Bunu bugün yazmadım. Asıl yazdığım tarih, 13.04.2008 saat 20:45)

24 Nisan 2008 Perşembe

İnsan olarak dünyaya geldiğimiz için çok şanslıyız...

Onlarla aynı yerde, aynı semtte, aynı sitede yaşıyorum.Beraberiz ama ne onlar beni anlayabiliyorlar, ne de ben onları anlayabiliyorum.Sadece birbirimizi görüyoruz, gelip giderken. Ama konuşamıyoruz ki birbirimizle. Hadi ağaçlardan, çiçeklerden vazgeçtimde; keşke hayvanlar konuşabilselerdi, onları anlayabilseydik. Aslında pisiciklerimizin, köpeciklerimizin, kuşlarımızın da gözleri var. Onlar da bizleri görüyorlar, duyuyorlar ama bir de konuşsabilselerdi, ne güzel olurdu. Bunu çok isterdim şahsen. Konuşabilseler kim bilir neler anlatır, neler isterlerdi o güzel dilleriyle...
**********
Acıkınca yemek yemek, uykusu gelince sıcacık bir yer, sevilmek, okşanmak, temiz su içmek, yıkanmak, oyun oynamak, vs. istiyorlar onlarda.Belki konuşabilselerdi onlara kötü davrananlara, canlarını yakanlara içini dökerler, kendilerini savunurlardı. Onlara kötülük yapmaya çalışanlar belki onlara acır, onlara dokunmazdı o zaman...
*********
Ben hayvanları, ağaçları, çiçekleri, doğayı, tabiatı, denizi, güneşi seviyorum. Tabiki de korktuğum, elimi bile süremediğim hayvanlar da var, yok değil. Hatta bazılarını görmeğe bile tahamül edemiyorum. Ama en azından canlılara eziyet, işkence ve kötü muamele yapmıyorum, yapamam da zaten. Onların çoğu savunmasız, kendi halinde canlılar.Allah biz insanları yaratırken; onlardan çok farklı, daha akıllı yaratmış. Aramızda o kadar çok uçurum var ki. Ama bu farkdan dolayı onlara, bu zeka farkımızla; zarar verelim, öldürelim, canlarını yakalım ya da türlerini yok edelim diye değil...
**********
İnsan olarak dünyaya geldiğimiz için çok şanslıyız. Yani Allah'a bunun için şükretmeliyiz. Ben ediyorum. Çünkü dünyada bir çok canlı türü var. Herhangi bir hayvan türü olarak da, dünyaya gelebilirdik. O zaman hayat bizim için ne kadar zor olacaktı. Bunu düşünmek bile beni çok ürkütür, korkutur. Zaten eminim ki; bir çok insana "Eğer bir hayvan türü olarak dünyaya gelmek zorunda kalsanız, hangi hayvan türünü seçerdiniz? " diye bir soru yöneltilseydi; cevap şu olurdu: "aslan" ya da "kaplan". Nedense çoğunun bu cevabı vereceğine çok eminim işte. Bir anket yapmak lazım...
***********
Ben bunları yazdım ama, bir yandan da başka şeyler aklıma geldi şimdi. Dünyanın bir çok ülkesinde, küçük bir kedi kadar bile değer verilmeyen bir sürü insan; çok kötü şartlarda, iğrenç muamele görerek yaşamak zorunda kalıyor, daha doğrusu zorla bırakılıyor. Hiç bir suçu yok. Tek suçu o ülkenin vatandaşı olmak, o ülkede yaşıyor olmak. Aç bırakılan, aylarca banyo yapamayan, işkence gören, sevdiklerini gözünün önünde kaybeden, zulüm gören dünyada o kadar çok insan var ki. Çaresizce tek çıkış yolu ölümü düşünen, isteyen belki de...
**********
Benim elimden yazmakdan başka bir şey gelmedi. Sadece düşündüm ve yazdım. Sonrada üzüldüm. Ne yapabilirim ki, neye gücüm yeter ki ? Elimde olsa; dünyada savaş olan bütün ülkelerdeki savaşı durdurup, insanları çektikleri acılardan kurtarmak isterdim. Bu da zaten bir mucize olurdu. Dünyaya gelen her bebek mutluluğu, iyi şartlarda ve barış içinde yaşamayı, büyümeyi hak ediyor bence...
********
Dünyada yaşanan kötülüklerin bitmesi, acıların yaşanmaması, akan gözyaşların artık dinmesi dileğiyle... D
Ben

22 Nisan 2008 Salı

Gidecek neresi var ?


Kafanızı kaldırıp da, yukarıya doğru baktığınızda masmavi gökyüzünü ve bembeyaz bulutları görüyorsunuz. Süper, ben bayıldım; çok hoşuma gitti doğrusu. Aslında geceydi, hava kararmıştı. Yukarıya baktığımda; gecenin zifiri karanlığını ve eğer varsa belki bir ihtimal yıldızları görebilirdim. Buranın üstü ne açık, ne de cam ile kaplı. Tavanı kapalı, ama bu gökyüzü manzarası ile kapatılmış. Gerçek olmasa da, yine de güzel. İnsana pozitif bir elektrik veriyor...
*****
Geçen hafta cumartesi günü buradaydık. Daha önce buraya hiç gitmemiştim. Daha doğrusu böyle bir yerin açıldığını bile bilmiyordum ve kimseden de duymamıştım. Açıldığına dair hiç bir yerde reklamını da görmemiştim ne yazık ki. Tesadüfen Çayyolu' nda gezerken, aşkımla farkettik. Bu bahsettiğim yerin adı "MİNASERA". Tam olarak bir alışveriş merkezi değil. Küçük bir alışveriş merkezi havasında. İçinde alışveriş yapabileceğiniz çok fazla mağazalar yok. Daha çok yemek yiyebileceğiniz restaurantlar, cafeler ve sinema salonu var. En alt katında Carrefour Plus, Malatya Pazarı ve diğer mağazalar var. Orası bile diğer carrefourlardan farklıydı. Çok ilginç geldi bana. Haaaa, unutmadan; iki tanede bar tarzında eğlence yerleri var, en üst katında. İsimlerini hatırlayamadım. O akşam, acayip bir şekilde oraya gidenler vardı. Aslında bir defa gitmek lazım, değil mi aşkım? Bizim gece hayatımız olmadığı için, bu tarz yerlere gitmiyoruz. Daha doğrusu geç saatlere kadar kalamıyoruz. Sevgili uykumuz hemencecik geliyor, sonra da uyukluyoruz...
*******
Minasera; çok değişik bir yer, çok hoşuma gitti. Özellikle de; fazla kalabalık olmayışı ve çok nezih olması güzel. Öyle kalabalık, insanların üstüme doğru geldiği alışveriş mağazalarına gitmek istemiyorum artık. Ayrıca dekorasyonuda farklıydı, çok beğendim.Katlara geçiş merdivenlerinin, tavanlarına astıkları avizeler bile harikaydı. Onların da fotoğrafını çektim zaten. Yemek yiyebileceğiniz yerler de çok güzel. Budakaltı, Okka, Chocolate, Ivy, Starbucks gibi isimler var. Ben aslında "Big Chefs" adında bir restaurant vardı, orada oturmak istemiştim. Mükemmel, çok şık, ve çok değişik bir yer. Ama inanılmaz kalabalıktı ve dışarıda, sırada bekleyenler vardı. Orada yemek yiyebilmek için sanırım rezervasyon şart. Biz daha önce bir şeyler yediğimiz için bari Starbucks Coffee'de oturalım dedik. Çoğu restaurant&Cafe nin dışarıda da oturma yerleri var. Biz de dışarıda oturduk...
**********
Hava gayet iyiydi. Hayatımda hiç böyle nisan akşamları görmedim. Bu kadar ılık, bu kadar sıcak. Ne oluyor bu mevsimlere böyle. Aslında düşününce hiç de iyi değil böyle olması. Bir anormalliktir gidiyor bakalım. Hadi hayırlısı...
*********
Starbucks' ın çikolatalı muffin' ini yerken; "Bunun ne farkı var ki kekten. Bildiğimiz kek, sıradan evde yaptığımız keke benziyor. Niye muffin oluyorsa adı. Adı muffin olunca tadı değişmiyor ki bunun" diye söylenirken, acaba "muffin" ne demek diye de merak ettim doğrusu. İngilizce sözlüğe baktım ve anlamı: "şamkurabiyesine benzeyen bir tür ufak ekmek" miş. Ne garip değil mi? Ben haklıydım bunun adı "çikolatalı kek" olmalıydı. Neyse güzel bir kekti, yani muffindi...
**********
En kısa zamanda "Big Chefs" e gitmek, orada bir şeyler yemek istiyorum. Ankara' da hep aynı yerlere gitmekten sıkıldım, bıktım, gidecek neresi var, keşke İstanbul' da yaşasaydım diyorsanız benim gibi; Çayyolu'ndaki "minasera" ya bir uğrayın, bir görün derim. Sadece Ebruli'den, ebrulice bir tavsiye size...
*************************
Gidip, gitmeme kararı yine sizin...


21 Nisan 2008 Pazartesi

İnsanın ruh hali değişebiliyor...

Ne siyah, ne de beyaz. İkisinin arası bir renk o; “Gri”. Uzun bir zamandır sevmiyorum bu rengi. O renkte hiç kıyafetim yok mesela. Ne kadar zamandır yok bilmiyorum ama. Yok işte. Ama eskiden ortaokula, liseye gittiğim zamanlarda acayip bir gri furyası, gri modası vardı. Bayılırdım gri tişörtlere, eşofmanlara, kazaklara. Bir çok kıyafetim griydi. Ama eskidendi griye hayranlığım, sevgim. Ama artık, öyle değilim. Soğudum, uzaklaştım bu renkten...

Bu renge alerjim galiba şu şekilde gelişti. Gökyüzü gri olduğunda; ortada hiçbir şey yok iken birden içim sıkılıyor, moralim bozuluyor. Evet ya, inanın doğru söylüyorum. Hiçbir sorunum yok iken gökyüzünün o kötü, iç karartıcı renge yani griye bürünüşü beni mahvediyor, içimi sıkıyor adeta. İstisnasız bu böyle oluyor. Gri gökyüzü bütün (+) elektriğimi alıyor sanki…

Ne kadar garip değil mi? Bir gökyüzünün rengiyle insanın ruh hali değişebiliyor. Zaten çoğu Avrupa ülkelerinde, özellikle de İngiltere’de gökyüzü hep gri olduğu için insanlarının da soğuk olduğu bilinen bir şey. Bunu benim gibi, bir çok kişi biliyor, söylüyor. İster istemez bu grilik onların da ruhunu, içini, duygularını grileştiriyor. Aslında ne kötü. Keşke o ülkelerde bizim ülkemiz gibi uzun süreli yazı ve güneşi yaşayıp, görebilselerdi. Ben bunu çok isterdim. Her ülke güneşi hak ediyor. Mesela Akdeniz ülkelerinde yaşayan insanlar içinde “İnsanları sıcak kanlı” derler. Demek ki; insanın hayatında güneşin yeri çok büyük…

Resmen bir ay önce falan, tam bir hafta boyunca hava her gün yağışlı, kapalı ve griydi. Ben artık sabahları uyanamaz, yataktan kalkamaz hale gelmiştim. Çünkü sabah olduğunu bir türlü anlayamıyordum. Hava o kadar karanlıktı ki. Başucumdaki saatim de çalsa, bir türlü sabah olduğuna inanmıyordum. Beni uyandıran genelde güneş ışığıdır. O ışıkla, o aydınlıkla daha kolay uyanabiliyorum. Eğer o gri hava, o gri, karanlık gökyüzü bir haftadan da uzun sürseydi ne yapardım diye de düşündüm inanın.Çünkü benim psikolojimi, ruh halimi acayip etkiledi…

Masmavi, rengarenk ve güneşli bir gökyüzü istiyorum, istiyoruz değil mi ? Bana ve herkese böyle bir gökyüzü diliyorum…

Güneşli ve masmavi bir gökyüzünü görebildiğimiz ülkede; Türkiyem de yaşadığım için çok şanslıyım ve şanslıyız diyorum. Nice güneşli, güzel günlere…

18 Nisan 2008 Cuma

Soldukça yenilemek, yenileriyle değiştirmek isterdim...

"Çiçek dalında güzeldir" ama ne yapayım oldu bir kere...
Ama vazoma da, yakışmadı değil hani. Güzel durdu, güzel...

Sanırım iki gün önceydi. Şöyle bir çıkıyım, geziyim demiştim bizim sitenin içinde. Bahar gelince, yaz gelince o kadar değişiyor ki her şey. Bir başka güzel oluyor, bakmaya doyamıyorum. Özellikle de çiçeklere. Keşke ağaçların çiçekleri hep olsa, hiç dökülmese. Çiçekli halleri daha güzel. Rengarenk; baktıkça bakasım geliyor, doyamıyorum bir türlü...

Ben inanılmaz çiçek hayranıyım. Öyle yapma, cansız çiçek değil tabiki de. Her ne kadar evimde canlı çiçek besleme çalışmalarım olmuş ve bu konuda başarılı olamasam da. Yine de onlardan, onların kokusunu içime çekmekten asla vazgeçemem. Evimde, vazomda çiçeklerim olsun ama canlı; inanın acayip bir şekilde mutlu oluyorum. Çok seviyorum onlara bakmayı, onları koklamayı. Ama aşkım, bunu bildiği halde bana çiçek almaz, alamaz. Neymiş efendim o çiçeği eline alıp, eve getirirken utanırmış. Sanki çiçeğin üzerinde kocaman “Bu çiçeği eşime aldım, ona götürüyorum” yazıyor da. Belki bir hasta ziyaretine, ya da bir hayırlı olsun hediyesi, ne bileyim bir yemek daveti için alınmış olabilir o çiçekler…

Yani mantıklı bir bahanesi yok. İnsan bunun için utanmamalı, bunu yaparken sıkılmamalı. Ama bunu yıllardır, bir türlü eşime anlatamadım işte. Bana çiçek almıyor, alamıyor. Ne güzel bende sizlere şikayet ediyorum onu. Sanki yazınca, o okuyunca ne olacaksa ? Sanki çiçek getirecek bana. Hıııııhhhhhh!..

Eski işyerimde çalışırken; yani altı yıl öncesine kadar, kendime düzenli çiçek alırdım ve süslü buketler yaptırırdım. O yıllarda işyerime çok yakın bir sürü çiçek dükkanları vardı. O kadar hoşuma giderdi ki; bu çiçekleri kendime almam, anlatamam. İş yerine geldiğimde ise arkadaşlardan bazıları :

-Ne o, kime aldın bu harika çiçekleri, nereye, kime götüreceksin ?
-Ne kadar güzel olmuş bu buket. Ben de istiyorum, ben de…
-Akşama bir ziyaretin var herhalde. Yine kime gidiyor bu güzel çiçekler? Nereye, kime bakalım?

Gibi, bir sürü sorular sorarlardı. Yanlış anlamayın normal sorular bunlar. Ama her seferinde bir açıklama, her seferinde anlatmak. Yorulmuştum cevap vermekten herhalde. Ben de çok karasız kalırdım. Kendime aldığımı söylesem mi? Yoksa söylemesem mi? diye. Bir süre galiba söylemedim. Sonra söylemiştim, utana sıkıla. Beni anlayacaklarını pek düşünmediğim için. Genelde hep çiçek hediye gelir bizim toplumumuzda. Pek az insan gidip de, çiçekçiden canlı çiçek buketi yaptırır kendine. Aslında çok normal bir davranış ama ne yazık ki; ya çiçekler çok pahalı geliyor, ya da bu yapılan çok saçma geliyor bazılarımıza. Neyse bana normal geliyor ve parama kıyıp, alıyorum. Önemli olan benim ne istediğim ve ne hissettiğim öyle değil mi?

Elimden gelse aslında banyo da dahil olmak üzere, evimin her odasına vazo içinde çiçekler, inanılmaz kokan canlı çiçekler koymak isterdim. Soldukça yenilemek, yenileriyle değiştirmek isterdim. Ne yapayım, bu da benim hayallerimden birisi. Hoş görüceksiniz…

Evime bu yıl giren ilk canlı çiçek, yukarıda fotoğrafta gördüğünüz leylaklar. Evet nisan ayına kadar hiç canlı çiçek almamışım kendime, ne yazık bana. Aslında hep niyetlendim ama otobüsle dönüşüme rastladı ve elimde taşımak istememiştim. Bu leylaklar bu yılın, 2008’in ilk canlı çiçeği benim için. Vazoma giren ilk çiçeğim. Onları satın almadım. Zaten hiçbir çiçekçide bu cins çiçekler satılmıyor, bunu biliyorsunuzdur. Ben bunları bizim sitede, binamızın hemen girişinde gördüm. Bir baktım açmışlar, gözlerime inanamadım. Normalde koparmam, bunu yapmam ama bu sefer dayanamadım işte. O kadar güzel kokuyorlardı ki; bir anda bir baktım, elimdeki poşetin içi leylak kokuyor. Bir güzel koparıp, koymuşum bile poşete. Kendim bile inanamadım bu hızıma. Yakalanma korkusu, beni böyle yaptı...
******
O akşam, onları vazoya koyduğumda, evin içini leylak kokusu sarmıştı. Ben bununla bile mutlu olabiliyorum, sevinebiliyorum işte. Gerisini siz düşünün…

17 Nisan 2008 Perşembe

:::::: Mavi - Yeşil ::::::

Canım benim; yazdığı şiirlerinden bir tanesini mailime göndermiş. Uzun zamandır bekliyordum şiirini. Görünce, okuyunca çok sevindim ve çok beğendim. Ne de güzel yazmış...

Tekrar sizi tebrik ediyorum Hicran Hanım. Çok güzel dile getirmişsiniz duygularınızı. Kaleminize, elinize sağlık...


Mavi - Yeşil

Sen mavisin,

Ben yeşil,

Sen benimle sevişirsin,

Gözyaşın yüreğimin üstüne damlar,

Ayak izlerin avuçlarımdadır,

Erguvanlar seninle kokar,

Kimini seversin kimine öfke duyarsın,

Nice sevdaları taşırsın uzaklara,

Bazen hırçınlaşır,

Bazen de hiç konuşmazsın ,

Yalnızlığa demir atarsın,

Mehtabı koynuna alır,

Yıldızlara göz kırparsın,

Martıların kanat çırpışında,

Gökyüzüyle aşk yaşarsın,

Güzeli seversin benim gibi,

Alır gidersin sessizce ağlamasına bakmadan,

Kimi gözlere rengini verirsin,

Kimini acımasızca üzersin,

Sen bakmaya doyamadığım,

Sen dokunmaya kıyamadığımsın,

Rengimi senden alırım, bana gelmesende,

Seninle biz ayrılamayız,

Tende ruh gibiyiz,

Hicran ÇÖMLEKÇİ

16 Nisan 2008 Çarşamba

Onlar için en iyisini, en güzelini yapalım...


Ne kadar da çabuk ısındı havalar. İnanılır gibi değil. Geçen hafta sonu bir ısındı durmak bilmedi mübarek. Ben hayatımda nisan ayının bu kadar sıcak, 29-30 derecelerde olduğunu hiç görmemiştim. Siz bu kadar sıcak bir nisan ayı görmüş müydünüz ? hatırlıyor musunuz ?

Her 23 Nisan’da çocukların üşüdüğünü, hatta üşümekten morardığını görmekten bıkıp usanmıştım. Her 23 Nisan mutlaka yağmurlu ve soğuk geçerdi. Ben hep böyle hatırlıyorum ne yazık ki. Bana; güneşli, sıcak ve soğuktan üşümemiş, donmamış, morarmamış çocukları hatırlatan bir 23 Nisan günü yok, hafızamda böyle bir gün yok…

Her 23 Nisan; yıllardır, benim çocukluğumdan beridir soğuk, yağışlı ve serin geçerdi, geçmiştir. Ama nedenini hala anlayamamışımdır ki; o küçücük çocukları incecik, yazlık kıyafetlerle “23 Nisan Gösterileri”ne çıkarırlardı ve saatlerce o çocuklar dışarıda, soğukta perişan olurlardı. Neden havanın soğuk geçeceğini bile bile bunu yaparlardı bilmiyorum. Mantıklı bir açıklaması var mıydı acaba? Bu hazırlıkları yapanlar, planlayanlar çocukların öğretmenleri değil miydi? Bunu neden yapar bu öğretmenler ? O gün çocuklar üşüsün de; hasta olup, yatsınlar diye mi? Neden ? Neden düşünemez bu hazırlıkları yapan kişiler bunu?

Yıllardır televizyondan “23 Nisan Gösterileri” ni izlerim. O güzelim, mini minnacık çocuklar o incecik, kısacık kıyafetlerin içinde donarlar. O kadar üzülerek izliyorum ki, onları. Her seferinde sinirlenip, Milli Eğitim Bakanı’na bu konuyla ilgili dilekçe yazacağım diyorum ama bir türlü yazamadım. Aslında benim değil de, o çocukların annelerinin ve babalarının bu konuyla ilgili şikayeti dile getirmeleri gerekir ve gerekirdi…

Ama ne yazık ki, bu yıl farklı bir şey olacak. 23 Nisan günü hava inanılmaz sıcak ve güneşli olacak. Bu gidişle öyle olacağını ümid ediyorum. Çocuklarımız üşümeyecek. Haytım boyunca hatırladığım ilk sıcak, yağışsız geçen 23 Nisan olacak...
Yaşasın!.. Çok ama çooookkkk mutluyum. Onların, çocukların yerine, mutluyum…

Ama; bizim şu 23 Nisan gösterilerini hazırlayan öğretmenlerimiz, yıllardır düşünemedikleri şeyi; ya bu yıl yapmak isterlerse. Yani her 23 Nisan havalar çok soğuk oluyor. Çocuklarımız üşüyorlar, hasta oluyorlar diye bu yıl kıyafetlerini kalın, üşümeyecekleri cinsten hazırlayalım dedilerse ? O zaman ne olacak ? Çocuklar yanacak, terleyecek ve yine o gün, her şey burunlarından gelecek…

23 Nisan; çocukların, çocuklarımızın bayramı. Lütfen bunu unutmayalım. Onlar için en iyisini, en güzelini yapalım ve hazırlayalım. Bu gün onların mutlu olma günü. Üzülmeden, sıkılmadan, üşümeden ve terlemeden geçirmeleri, eğlenmeleri gereken bir gün. Bu yüzden herşeyi iyi düşünerek, doğru organizasyonlar hazırlayalım. Özelikle de onların giyeceği kıyafetleri lütfen doğru, düzgün ve mantıklı seçelim...

Yalnızca bunu hatırlatmak istedim. Her yıl, o gün geldiğinde bu konuda hep konuşurdum;

-Neden bu çocuklar böyle donuyorlar, neden titriyorlar ? Kıyafetleri neden bu kadar ince ?
-Onların böyle üşüdüklerini görmek kimi mutlu ediyor ? Kimleri sevindiriyor ?
-Üşümesin o minik eller, o incecik bacaklar, o narin kollar derdim…

Yıllardı hep söylenir, hep konuşurdum bununla ilgili. Sinirlenirdim, mantıklı bir açıklama bulamazdım…
******
Artık bununla ilgili düşüncelerimi de yazdım yaaa, ohhhh be. Şimdi o kadar mutluyum ki, anlatamam…

13 Nisan 2008 Pazar

Çok güzel bir cumartesiydi, çabuk bitti...


Sabahları artık horoz sesiyle uyanıyorum. Evet şaşırmayın, doğru söylüyorum. Artık şehirde de horoz yetiştirenler var. Hem de bizim evin yakınlarında bir yerlerde. İlk birkaç gün;

-Aaaa ne güzel horoz sesi. Horoz sesini de duymayalı uzun yıllar olmuştu...
-Ne güzel yaaa, kendimi vallahi köydeymişim gibi zannediyorum…
-Köylerde insanlar horoz sesine uyanırlar ya, benim de çok hoşuma gitti bu, özlemişim...
******
Ama bu horoz maalesef bir ötmeğe başladı mı, hiç susmuyor mübarek. Sürekli öten cinsten sanırım. Hafta içi işe gittiğimiz için, aşkım ve ben olayın farkında değildik. Artık farkındayız. Horoz hafta sonu da, yani cumartesi ve Pazar sabahı da erkenden ötmeğe başlıyor. Ve de bizi uykudan uyandırıp, bir daha uyutmuyor…

Bizim oturduğumuz yerin çevresinde çok fazla devam eden inşaatlar var. Bunlar apartman, site, okul ve sağlık ocağı falan. Çoğu da, ne yazık ki hala bitmedi. Tahmin ediyorum ki; inşaat işçileri besliyor bu horozu. Sanırım bir çalar saat almak derdine, bu horozla uyuyup, onunla uyanmayı tercih ediyorlar. Bir bulsam kim olduğunu; ona bir çalar saat hediye edeceğim. Bir de, birkaç sözüm olacak bu horozun sahibine…

Anlayacağınız ben artık şirin mi şirin, bir köyde yaşıyorum. Köy kahvaltısına bana gelebilirsiniz, beklerim. Gülmeyin; resmen öyle. Kedi miyavlamasına, güvercin ulumasına alışmıştık ama bu horozun üüüüürrrrüüüüü sesine alışamayacağım. Herhalde zabıtaya şikayet etmek lazım. Nereden çıktı bu horoz anlayamadım. Artık beni feci şekilde sinir ediyor. Benden ve aşkımdan başka sinirlenen yok mu acaba? Merak ettim doğrusu…

Hafta sonu cumartesi günü canım Edoşumla birlikte buluştuk. Kendisi beni yemeğe götürmek istemişti, bir de bana aldığı hediyeleri verecekti. Eda’ya Kızılay’da “Melbo” ya gidelim, bana daha yakın olur demiştim. O da, Arjantin Caddesindeki “Ivy” ye gidelim demişti. İyi ki de Ivy’ye gitmişiz. Her şey çok güzeldi. Güzel ve lezzetli bir yemek, ardından da cappuccino ve nefis bir kakaolu cheese cake. Canım Edoşum ısmarladı yemeği. Bu arada fiyatları bayağı bir tuzlu. İzin vermedi bile, bir kısmını ödememe. Canım benim, kıyamam ona ben. Tekrar teşekkürler; birbirinden güzel doğum günü hediyelerim ve o güzel yemek için…

Aklınızda bulunsun.Belki gitmek isterseniz; Ivy Gaziosmanpaşa’nın girişinde, Arjantin caddesinin tam bittiği köşede, taksi durağının karşısında. Şirin restaurant-cafe tarzı bir yer. Açıldığından bu yana yani, 1998 den itibaren sanırım 6-7 defa oraya gitmişimdir. Ama önceki yerine. Eskiden yeri bir paralelindeki caddedeydi. Aslında ben orayı daha çok seviyordum. Keşke hala orada olsaydı. Nede olsa aşkımla gitmiştim yaaa, sanırım ondan…




12 Nisan 2008 Cumartesi

Bekiyordum bir şiir, ama benden olmasını değil...

Günlerden 6 Nisan 2008, akşam saat 10:00 suları. Arkadaşımdan bir şiir bekliyorum, bana yazdığı bir şiirini mailime gönderecek. Tabii ki; tarih vermedi. Yani şu gün gönderirim falan demedi. Ama yinede şiiri henüz gelmedi. Gönderdiğinde o şiirini bloğumda yayınlayacağım.

Derken; o akşam, o saatte, birdenbire, kendiliğinden bir anda oluverdi işte. Hayatımda ilk şiirimi yazdım. Bugüne kadar hiç şiir yazmamış biri olarak, “Evet” bir şiir yazdım. İnanamıyorum doğrusu buna. Benim hiç bir zaman böyle bir yeteneğim olmadı çünkü. İlk deneme için hiç de fena olmamış dedim kendi kendime. Ben sevdim, beğendim. Bakalım sizde beğenecek misiniz? İlk olması benim için çok önemli ve özel. Bundan sonrası olur mu? İlham gelir mi? Bilmiyorum. Ama inşallah olur…
*****
Şiirimi aslında yazdığım gün, yani 6 Nisanda yayınlamak istemiştim ama o gün bloğumda yayınladığım başka bir yazım vardı. Bu yüzden olmadı. Kısmet bugüneymiş. Yani kendileri beklemedeydi anlayacağınız...
******
:::::: :::::: :::::: :::::: ::::::

Hayat !..

Sen nasıl bir şeysin ki?

Acı, tatlı, ekşi ya da bal gibi…

Nesin sen haaaa !..

Çok karışıksın; kafam karışıyor seni düşününce…

Seni anlamakta, çözmekte, sana uymakta zorlanıyorum…

İstediğimiz gibi olsan, bize uysan, ne var sanki !..

Karışık mı olsan, yoksa olmasan mı?

Bilemiyorum, sana daha fazla kafa yoramıyorum…

Sen ne biliyorsan onu yap, diyorum ve…

Artık sana karışmıyorum…

Ama bal gibi tatlı olsan, ne olur?

:::::: :::::: :::::: :::::: ::::::

EBRULİ…

9 Nisan 2008 Çarşamba

::::::Kumburgaz & Roxette::::::




Yıllar önce sene 1989 yada ne bileyim 1991 yada daha ilerisi. O yıllarda dinlediğim hiçbir müziği unutmuyorum. Genelde radyoda yakalıyorum o şarkıları. On yıl da geçse, yirmi yıl da geçse; yine o şarkıları dinleyebiliyorum. Hala güzel, hala süperler. Yani onların modası geçmiyor işte.

Bir çok yabancı şarkı bana genelde “Kumburgaz” ı hatırlatıyor. Kumburgaz İstanbul’a bağlı şirin mi, şirin yazlık bir yer. Babaannemim yazlığı vardı orada. Tam hatırlamıyorum ama sanırım dokuz ya da on yaşlarımdaydım, Kumburgaz’a ilk gittiğimizde. Yazlık evimizin olduğu sitenin adı “Şirin Sitesi”ydi. Bizde Şirin Sitesinin şirineleriydik. Şimdi bu satırları yazarken; tüylerim yine diken diken oldu. Kumburgaz denince tüylerim diken diken oluyor. Ben Kumburgaz’a aşıktım.Yazın okullar kapandığında oraya gitmek için delirirdim, çıldırırdım adeta. Biran önce gitmek isterdim. Gittik mi de, zaten en az iki ay kalırdık.

1992 yılından beri hiç oraya gitmedim. Babaannem yazlığı satıp, Çınarcık’dan yeni bir yazlık almıştı. Bu yüzden oraya hiç gidemedik. Aslında isteseydim gidebilirdim. En yakın arkadaşım Sinem’in hala orada evleri var. Hep beni çağırdı; “gel kal bizde” diye. Ama ben bir türlü oraya gidemedim işte, olmadı…

Sinem demişken. Bazı günler Sinem’e uğrardık “hadi denize gidiyoruz” diye. O da içeri girin, ben hazırlanayım çıkarız derdi. Ve biz inanın o güzel, güneşli günü Sinemlerde, evin içinde geçirirdik. Saate bir bakardık ki; saat 18:00 ya da ne bileyim 19:00 olmuş.

Biraz televizyon izleyelim, akşama hangi kıyafeti giysek, dur şurayı da temizleyeyim, biraz kağıt oynayalım öyle gidelim sahile, yapılan minik-zararsız dedikodular uzadıkça uzar, gider…Bizde bu nedenler yüzünden bir de bakmışız ki; o güzel günü Sinem’in evinde geçirivermişiz…

Birden hatırladım da. Bir de sabahları erken saatte deniz çok temiz oluyor diye, sabahları yedi ya da yedibuçuk gibi saat kurar kalkardık, denize girmek için. Sinem “ siz gelip, sabah beni alın beraber gidelim” derdi. Biz kapısını çaldığımızda ise daha yeni kalkmış, uyanmış olurdu. Yani biz gelince kapı ziline uyanırdı. Halbuki o da bizim gibi saat kurup, uyanmış hazırlanmış olması gerekirdi. Onun hazırlanmasını, giyinmesini beklerken saat olurdu DOKUUUUZZZ…
*****
Böylece denize erken girme fikri hafiften yatardı. Ama ara sıra böyle olsa da, vaktinde erken saatte, o tertemiz denize girdiğimiz de oluyordu yani. Nedense sabahları deniz bir başka temiz, duru, dalgasız ve sakin oluyordu. Bir de kimsecikler olmuyordu.

“Erken saatte temiz denize girme faslı” bittiğinde ise bizim pastanemize gider, taze ve sıcacık poğaçaları çayla birlikte yerdik. Pastanemizin ismi neydi diye çok düşündüm ama bulamadım. Akşamları da hep aynı dondurmacıda dondurmamızı yerdik. Başka bir yerde olmazdı bu olay. Çünkü herkes orada olurdu. Görmemiz gereken insanlar vs…Ünlülerin, sosyetenin buluştuğu yerler vardır ya hani. Bizim içinde orası öyleydi işte...

Hiçbir zaman bu güzel anları, yaşadıklarımı geri getiremeyeceğim. Aslında düşününce ne kötü, ne acı. Bu günlerin, yaşanılanların geri gelememesi. Sizleri bilemem tabii ki de, ama benim için öyle…

Çınarcık olayına geri gelirsek, hiçbir zaman orayı sevemedim.Bütün arkadaşlarım Kumburgaz’da kalmıştı. Anılarım, güzel günlerin, yaşadıklarım orada kalmıştı. Çınarcığın denizi de inanılmaz kötüydü zaten. Sürekli yosun ve deniz anası oluyordu denizde. Onların yüzünden denize giremiyorduk. Denize girsek bile hiç zevk almıyordum denizden. Oysa Kumburgaz’ın sahili kum ve denizi de çok temizdi. Ayrıca denizin içi de taşlı değil, kumdu. Denizi birden derinleşmediği için yüzme bilmeyenler ve çocuklar rahat girebiliyorlardı. Ama ben 15-20 yıl öncesinden bahsediyorum. Artık Marmara Denizi eskisi gibi değil. Yani Kumburgaz’ın denizi de pislenmiş ve kötüleşmiş. Benim hatırladığım gibi değil yani. Ben gitmedim ama gidenlerin anlatması bu şekilde.

Kumburgaz’da benim çocukluğumun, gençliğimin en güzel günleri geçmişti. O yüzden orası benim için büyülü bir yer. Büyülü yazların geçtiği, yaşandığı yer. Çoğu eski müzikler, şarkılar bana hep orayı hatırlatıyor. Özellikle de “Roxette” ve “Bangles” . Bu iki gruba oldum olası bayılırım zaten ve bana hep Kumburgaz’ı hatırlatır…

:::I Love Roxette::: Dinlediğim zaman da hep, Kumburgaz’a doğru uzun bir yolculuk yapıyorum. Zamanda yolculuk gibi; geçmişe, yaşanmış değerli, güzel ve geri gelmeyecek günlere…

Bu kadar yıl ne oldu da, gidemediysem Kumburgaz’a. Kendime çok kızıyorum. İnsan özlediği bir yere neden gidemez ki? O yaşanan güzel günlerin, bir daha yaşanamayacağı için mi acaba?


6 Nisan 2008 Pazar

Saat daha 24:00 olmadı...




Doğum günüm bitti biliyorum ama ben yinede o gün hakkında yazmak istiyorum. Ne de olsa “Senede bir güüüünnnn, senede bir güüünnnn” değil mi? Ama…İş yerinde aldığım güzel tebrikler ve hediyelerden sonra; aşkımla baş başa o akşamı kutlamak istedik. Aslında güzel bir doğum günü partisi, kocaman bir pasta ve beni sevenlerle birlikte olmak ne güzel olurdu. Kısmet bakalım, belki ona da sıra gelir. Bir gün, çok güzel bir doğum günü partisi yaparım kendime, kim bilir…

O akşam, aşkımla & ben Cepa AVM’ nde bir yemek yiyelim, sonra da sinema da bir film izleyelim dedik. Coffeeshop Company & Budakaltı’na ilk defa o gün gittim. Güzel, nezih bir yer. Tavandaki lambalarına bayıldım ve fotoğrafını çektim. Yemek menüsü pek fazla bana göre değildi ama yinede bir şeyler yiyebileceğiniz bir yer. Ama asıl nefis olan “Donut” pastası. Yemekten sonra kakaolu donut istemiştik, ama kalmadığını söylediler. Bizde beyaz çikolatalı olanından istedik. Hafif ısıtılmış olarak getiriyorlar. Ben hayatımda bu kadar güzel ve lezzetli bir donut yememiştim. Sadece onu yemek için bile oraya gidebilirsiniz. Ben çok beğendim doğrusu. Kesinlikle en kısa zamanda tekrar sıcak donut yiyeceğim orada…

Sinemada, gideceğimiz film konusunda çok kararsız kalmıştık. Sonra “Ölümcül Oyun” adlı filme gitmeğe karar verdik. Oyunculardan birisi Jude Law’dı. O oynuyorsa iyi bir filmdir diye düşündük. Ona güvenip biletleri aldık. Ne filmdi ama? Değil mi aşkım? Film boyunca sadece iki kişi vardı. Bir villanın içinde iki kişi. 1,5 saat boyunca film, sadece o evin içinde ve iki kişiyle geçti. Ben böyle filmlerden hiç hoşlanmam, nefret ederim. Kısacası berbat bir filmdi. Uyarı: Bu filme boşuna para verip gitmeyin, vaktinizi harcamayın. Böyle bir filmi nasıl oluyor da sinemada oynatıyorlar, anlamıyorum doğrusu. Filmi izledikten sonra, izleyici bu filmden bir şeyler almıyorsa, öğrenmiyorsa, bunu izlemenin amacı nedir? Vakit öldürmek mi? Evet bizim yaptığımız aynen buydu. Çok fazla vaktimiz varmış gibi, 1,5 saat boyunca anlamsız bir şeyi izledik durduk. İnadımızdan filmin sonunu bekledik. Bakalım nasıl bitecek bu saçmalık diye…

Film bitmişti sonunda. Oyuncuya göre kara verip, filme gitmemek lazımmış. Bunu bir kez daha iyice anladım, öğrendim. Jude Law nasıl oluyor da, böyle bir senaryoyu kabul etmiş anlamadım. Demek ki, bazı yapımcılar şöyle düşünüyor. Kötü bir senaryoyu izleyiciye nasıl satabiliriz. Tabiki de iyi, tanınmış ve ünlü oyuncuları filmlerinde oynatıp, bizleri yani izleyicileri kandırarak. Senaryo çok kötü olabilir ama oyuncular ünlü. Hahahaaaaa, hiç güleceğim yoktu. Güzel bir yöntem, kolay yoldan para kazanıyorlar. Bizleri kandırarak. Sanki filmin ortasında dışarı çıkıp da, benim şunu deme hakkım mı var?

-Bu film berbatmış. Filmde sadece iki kişi oynuyor. Ben böyle olduğunu bilseydim bu filmi izlemek için bilet almazdım. Bu filmi hiç beğenmedim. Bunları söyleyip de; sinema biletini iade edip, paramı geri alma gibi bir şey var da sanki. Ama sanırım böyle bir hak, böyle bir hakkımız olmalı. Böylece berbat filmler sinemada oynatılmazdı.

Sinema keyifsizliğimi yenmek için, Schlotzsky’s de bir cappuccino içelim mi? Aşkım dedim.

Bana bol köpüklü bir cappuccino, aşkıma nefis kokan bir çay ve ikimize bir adet profitrol pasta, doğum günü pastam olarak…Hmmmm nefisti. Donut pasta duymasın sakın. Kıskanır yoksa…Ben zaten Schlotzsky’s de içtiğim türk kahvesini hiçbir yerde daha içmedim. İçekleri gerçekten süper. Tavsiye ederim, bir gün deneyin…

Bir doğum günümde böyle geçti işte. Eve geldiğimizde saat 11:00 sularıydı. Akşam aşkıma şöyle dedim;

-Saat daha 24:00 olmadı, 15 dakika var olmasına. Daha benim doğum günüm bitmedi, tamam mı? dedim, uyumadan önce. Yine o an; zamanı yavaşlatamadım, durduramadım…

Son olarak; beni hatırlayan herkese tekrar teşekkür etmek istiyorum. Telefon ile aramalarının dışında, cep telefonuma, facebook ve mail adresime gelen doğum günümle ilgili mesajlara tekrar teşekkürler. Hepsi de çok güzeldi. Beni çok duygulandırdı. Sevenlerim bana o kadar güzel şeyler yazmışlar ki…Çok mutlu ve güzel bir gündü benim için.

Bu arada doğum günü mesajlarımı uzun bir süre silmemeyi düşünüyorum zaten. Aslında buraya, bloğuma mesaj bıraksalardı hiç silinmeyecekti. Sürekli orada kalacaktı. Kural böyle çünkü. Mesaj bırakanlara duyulur…



5 Nisan 2008 Cumartesi

İyi ki benimlesin, iyi ki yanımdasın...

Canım dostumun, kardeşim kadar sevdiğim arkadaşımın bugün doğum günü. İkimizin adı da aynı ama bir gün farkla dünyaya gelmişiz. Ben 4 Nisan da doğmuşum, o da 5 Nisan da. Eğer aynı gün dünyaya gelseydik, bilemiyorum acayip bir şey olurdu herhalde. İsimlerimiz de aynı, doğum günümüz de aynı. Bu kadar tesadüf çok ilginç olurdu herhalde. Aslında benim doğduğum saati bir öğrenmem lazım. Hiç merak edip de, bugüne kadar sormadım anneme. Yani saat kaç da doğduğumu bilmiyorum. Ama öğreneceğim, umarım annem unutmamıştır…

Canım benim, Ebuşum;
00000000
Nice nice mutlu yıllara. Doğum gününü en içten dileklerimle kutluyorum. O kadar iyi kalplisin ki; umarım hayatın boyunca hiçbir şey seni üzmesin. Buna asla izin verme. Çünkü sen o kadar tatlı ve iyisin ki; dünyadaki hep iyi ve güzel şeyleri hak ediyorsun. Asla beni bırakma, hep yanımda ol, tamam mı? İyilik meleği hep seninle olsun…Canım benim, seni çok seviyorum…

Ebuşum, dün bana yani mail adresime yazdığın mesajı burada yayınlayacağım. Lütfen kızma bana. Senin yazdıklarının yanında benim yazdıklarım acaba çok mu sönük kaldı diye. Okuyucular karar versin, umarım seni ne kadar çok sevdiğimi anlatabilmişimdir.

Ebuşum dün benim için yazmış, 4 Nisan 2008 de...

CANIM ARKADAŞIM, KARDEŞİM BİRTANEM.... BU GÜN GÜNLERDEN EBUŞUN DOĞUM GÜNÜ. İYİKİ DOĞDUM BEBEĞİM. YOKSA SENİN DOSLUĞUNDAN MAHRUM KALMAYI DÜŞÜNMEK BİLE İSTEMİYORUM.
yyyyyyuu
CANDAN ARKADAŞLIĞIN, SEVECENLİĞİN,POZİTİF ENERJİN BANA KUVVET VERDİ HEP. İŞTE BU YÜZDEN DOĞDUĞUN GÜN SENİ SEVEN HERKESE ARMAĞAN OLSUN... İYİKİ VARSIN KARDEŞİM... İYİKİ DOĞDUN....
ttttt
MUTLU GÜNLER, EN GÜZEL AYLAR, MUHTEŞEM YILLAR EŞLİK ETSİN DOĞUM GÜNÜNE... BU ARADA HEDİYENE GÖZÜM GİBİ BAKIYORUM... HİÇ MERAK ETME TATLIM... ÇÜNKÜ AYNISINDAN KENDİME DE ALDIM. İLK BULUŞMAMIZDA ONU SANA VERECEĞİM. BENCE ONLAR DA SANA KAVUŞMAK İÇİN ÇOK HEYECANLILAR...
pppppııpppp
ÖPTÜM SENİ KOCAMANNNN

1992 yılında başlayan arkadaşlığımız, dostluğumuz, kardeşliğimiz hiçbir zaman bitmesin Ebuşum. Tamam mı? birtanem. Tekrar doğum gününü kutluyorum. İyi ki doğdun, iyi ki benimlesin, iyi ki yanımdasın…

Bu arada Ebuşum, bana almış olduğu doğum günü hediyemi, bana önceden göndermek istemişti. Bu yüzden mailime bir mesaj gönderdi ama ben hastalanınca hediyemi önceden alma fikri bir güzel yattı. Neyse inşallah önümüzdeki Pazar bize gelecekler ve görüşeceğiz. Değil mi Ebuşum?

Ebuşumun bana yazdığı mesaj çok hoştu, bu yüzden mailimden mesajı buraya kopyaladım. Neyse bunun için ondan izin almıştım nasıl olsa…Bana kızmaz yani.

Mesajı bana yazdığı tarih : 19 Mart 2008
Ebuşum demiş ki;

İŞ YERİNİN ADRESİNİ VERMEN DAHA MANTIKLI OLUR. BEN AKŞAM KARGOSUNA VERECEĞİM SABAH ELİNDE OLACAK. EN GEÇ ÖĞLENE KADAR. SÜPRİZ TABİKİ SÖYLEYEMEM. DOĞUM GÜNÜN İÇİN ALDIM. BİRAZ ERKEN OLACAK AMA, GEÇMİŞ YILLARIN GECİKMESİNİ TELAFİ EDER DİYE DE ERKEN GELECEK SANA... UMUD EDERİM Kİ KARGODA SANA GELENE KADAR HERHANGİ BİR HASAR ALMASIN.

BEN GENELDE ALDIĞIM HEDİYEYİ ÇOK BEĞENİNCE KENDİME SAKLARIM. ERGÜN SANA ALDIĞIM HEDİYEYİ GÖRÜNCE HEMEN UYARDI BENİ ZATEN "NİYETİNİ SAKIN BOZMA , BAK BUNU EBRU'YA ALDIN. TAMAM MI?" DEDİ. BİRAZ DA BU YÜZDEN HEMEN GÖNDERMEM GEREKİYOR SANA... BUDA BENİM KÖTÜ BİR HUYUM NE YAPAYIM.

BUNDAN DÖRT YIL ÖNCE OFİSTEKİ BİR ARKADAŞIMA TUZLUK ALMIŞTIM PORSELEN. SONRA ÇOK BEĞENDİM. AYRILAMADIM. VE KENDİME SAKLADIM. KÖTÜMÜ OLDU CANIM HEP ONA BAKIP ONU HATIRLIYORUM. BİRŞEY İTİRAF EDEYİM Mİ BU ARADA :( HANİ SANA AYAKLI BİR BARDAK ALMIŞTIM YA. ALT TARAFI LACİVERT. HATIRLADIN MI? O ASLINDA ÜÇ TANE DEĞİLDİ. :(( 6 TANEYDİ. :( ÜÇÜ BENDEEEEEE VE BAKIP SENİ HATIRLIYORUM. ANNEM KIZDI BANA BU YÜZDEN. NİYE SENDE ÜÇ TANESİ DİYE. AMA CANIM NE YAPAYIMMMM ÇOK BEĞENDİM BENNNNN.

KIZDIN MI BANA??? İSTERSEN VEREYİM BARDAKLARINI......

Canım benim, ben sana hiç kızar mıyım, kızabilir miyim? Üstelik böyle bir şey için, asla. Ne güzel olmuş işte, ikimizde de aynı bardaklardan var. Ebuşumu görüyorsunuz değil mi? Yine de; ne olur, ne olmaz diye hediyemi o yüzden erkenden göndermek istemiş. Çok tatlı yaaaa...

Canım benim, hediyemi dört gözle bekliyorum. Sende hediyeni dört gözle beklesen iyi olur. Hadi artık bir an önce görüşelim yani…






4 Nisan 2008 Cuma

Aranılmak, hatırlanmak, sevilmek ne güzel...


Güzel ve anlamlı günlerden bir gün daha geldi ve çattı işte. Bir doğum günü daha. Bilin bakalım, kimin doğum günü bugün? Cevap veriyorum,”Beniiiimmmmm”. Bugün doğmuşum işte, ilkbaharda. Bahar çocuğuyum ben. Bana göre en güzel mevsimde dünyaya gelmişim. Ne çok sıcak, ne de çok soğuk. Bahar mevsimini çok severim, bayılırım bahara...

Doğum günlerimde artık, eskisi gibi pek fazla sevinemiyorum. Halbuki eskiden daha mutlu olurdum doğum günlerimde. Heyecanlanırdım, içim kıpır kıpır olurdu. Belki de yaşlanmak istemiyorumdur. Yaşlanmaktan, yaşlı bir teyze yada nine olmaktan korkuyorumdur. Hiç bana göre değil yaşlılık aslında. Düşününce bile üzülüyorum, gözlerim doluyor. Herhalde yaşlanınca; gençlik fotoğraflarıma bile bakamam, bakarsam dahi ağlarım diye düşünüyorum. Düşünüyorum işte ne yapayım. Hassasım, ince düşünüyorum. Hayatımdaki, yaşamımdaki her şeyi ince ince düşünüyorum, ne işime yarayacaksa böyle olmam?..

Ama bir şeyi inkar edemem doğrusu. O da doğum günümde aranılmak, hatırlanmak, güzel sözler duymak çok güzel. İşte buna bayılmıyorum dersem yalan söylemiş olurum. Aaaaaaa bu arada hediyeler almak, ne geleceğini merak etmek de çok güzel. Yani doğum günlerimde o kadar da sakin ve heyecansız değilim hani…

İlerde, yıllar sonra eğer yaşıyor olursam; “Ben 58 yaşıma girdim” ya da “Bugün doğum günüm, 69 yaşıma girdim” demek istemiyorum. Diyemem de zaten. Utanırım herhalde, ne yapayım ben böyleyim, bir türlü ilerde yaşlanacağımı kabul edemiyorum işte. Zaten yaşımı da göstermiyorum. Beni hiç tanımayan birsine yaşımı sorduğumda; hiçbir zaman doğru yaşımı bilemiyorlar. Yeni nesil maşallah çok büyük gösterdiği için, bizler biraz şanslıyız. Onların yanında yaşımızı göstermiyoruz. Sizi bilemem ama ben ilerde, çoookkk ilerde, gerçek yaşımı söylemeyi pek düşünmüyorum. Yaşımı göstermediğim için, bu konuda doğruyu söylemesem de olur zaten.

Sizler kendinizi kaç yaşında hissediyorsunuz ? 25, 33, ne bileyim 42…Hangisi size uygun? Bana sorarsanız eğer, ben kendimi 24-25 yaşlarında zannediyorum ve uzun sürede öyle zannedeceğim. Sanırım bu böyle gidecek. Neyse önemli olan zaten genç göstermemiz, beni hiç tanımayan bir insan yaşımı nereden bilebilir ki…

İçimiz, ruhumuz genç olsun yeter ki…Bence bu daha önemli. Genç yaşta olup da; hayattan, yaşamaktan zevk almayan bir sürü insan var. Ama kimi yaşlılar var ki, hayat dolular, cıvıl cıvıllar…En güzeli de bu…İnşallah bende böyle olurum. Yaşlansam dahi hayat dolu, yaşama sevinci dolu, cıvıl cıvıl olurum.

Her şey boş aslında. Çünkü ölümlüyüm, ne zaman öleceğimi bilmeden yaşıyorum. Bu yüzden her anımın kıymetini bilerek yaşamak, öyle yaşlanmak istiyorum. Hiçbir geçen dakikamı, saatimi ya da günümü geri getirme şansım yok çünkü. Her günümüz aslında çok kıymetli. Biz her ne kadar bunun farkında olmasak da, bu böyle. Sadece bunun farkında değiliz. O yüzden bunu bilerek yaşamak en güzeli.

Bu arada bugün yani doğum günümde ne yapmayı isterdim biliyor musunuz ?

Sıcak bir yerlerde, mesela Dubai’de; yumuşak, bembeyaz kumu olan, tertemiz dibi gözüken bir deniz ve o denizde bıkıncaya kadar yüzmek, şezlongda uzanıp denizi seyretmek, mis gibi kokan havayı içime çekerek orada öylece uyuyakalmak. Ne güzel olurdu yaaaaa… Sonra da kaldığımız oteldeki açık büfe akşam yemeğini yemek isterdim, aşkımla baş başa…

Ne kadar çok isterdim bunu anlatamam.Bana verilebilecek en güzel hediye bu olurdu diyorum. Şu anda bu satırları yazarken ilk önce kardeşim Nükhet, sonra görümcem Deniz ve arkadaşım İlkay arayıp, doğum günümü kutladılar. Çok sevindim, duygulandım. Bu bile çok güzel bir hediye, hatırlanmak, unutulmamak, sevilmek. İnşallah da hayatım boyunca da böyle olur, bunu çok isterim.

Ama daha beni arayacak o kadar çok kişi var ki. Onların aramasını bekliyorum bugün. Kimler oldukları bile tek tek hafızamda. Bugün telefonumun susmayacağına emin olabilirsiniz dermişim. Biraz hava atayım, dedim de kendi kendime...

Bu kadar nutuk yeter değil mi ? “İyi ki doğdun bana, nice nice mutlu yıllar bana…” diyorum kendime. Evet kendimin, benim doğum günümü kutluyorum. Çünkü kendimi çooookkk se-vi-yo-rum, seviyorum işte…