30 Aralık 2008 Salı

Yeni yıla girerken...

Güzel bir yıla...
İiyiliklerle, iyilik melekleriyle dolu bir dünyaya; merhaba demek istiyorum bu yıl…
Kötülerin, kötülüklerin, savaşın olmadığı bir dünyaya…
Ancak o zaman huzurlu bir şekilde yeni yıla “merhaba” diyeceğim…
Yoksa biz mutluyken, diğer insanlar mutsuzken; savaşın, açlığın içinde kıvranırken…
Neşeyle, sevinçle yeni yıla girmek…
Vicdanımı zorluyor, anlamsız geliyor bir anda…
Elimizden hiçbir şey gelmiyor…
Sadece seyrediyor, izliyor ve empati yapmaya çalışıyoruz, o kadar…
*
Bu yazıyla girmek istemezdim yeni yıla ama son günlerde bazı ülkelerde yaşanan kötü olaylar beni böyle düşünmeye, bunları yazmaya zorluyor…
*
Daha doğrusu; bugün Elif Savaş’ın bloğunda “Noel” başlıklı yazısını okuyunca bir o kadar daha düşüncelerimi yazmak istedim. Yazdıkları gerçekten de çok anlamlıydı…
*
Bu kadar kötülüklerin yaşandığı bir dünyada, ben yine de: “İyilik Melekleri” bizlerle olsun, asla yanımızdan ayrılmasın diyorum…
*
Huzurlu, sağlık ve mutluluk dolu savaşsız yarınlar diliyorum; dünyadaki tüm iyi insanlar için…

18 Aralık 2008 Perşembe

Ayna, ayna söyle bana...

Bugün aynaya baktığınızda gördüğünüz kadına aşık olun!

Her zaman gördüğünüz ancak; nadir olarak gerçekten baktığınız kadına…


Yukarıdaki anlamı çok büyük sözleri bir yerde okuyup; zamanında not defterime yazmışım. Bugüne kısmetmiş burada yazmak. Yalnız bu satırların kime ait olduğu, okuduğum yerde yazılı değildi. Yani sahibi yok bu iki satırın. “Sahipsiz satırların sahibi aranıyor” desem!..

Bu iki cümle ne kadar da anlamlı. Kaç defa okudum kim bilir? Bir o kadar da; okurken düşündüm. Çok doğru yazılanlar. Gerçektende aynaya her baktığımızda yalnızca kendimize, kendi yüzümüze, içimize, karakterimize ne kadar bakıyoruz. Bakarken ne görüyoruz? Kendimizi gerçekten de tanıyor muyuz?..

Bu yıl gittiğim bir seminerdeki eğitmen; “Aynaya yalnızca ihtiyacınız olduğunda bakmayın. Sadece aynanın karşısına geçin ve kendinize bakın. Ne görüyorsunuz orada? Şiddet, sevgi, kızgınlık, yalnızlık, kin, gülümseme, yaşama sevinci ya da mutsuzluk mu? Yüzünüz, mimikleriniz, gözleriniz size yalan söylemez. Sizi hemencecik ele verir” demişti…

“Yakınınızda bir yerlerde, mesela iş yerinde masanızda bir ayna bulundurun ve sürekli aynadan yüz ifadenize bakın. Bu ifade de; kızgınlık, öfke, tebessüm, gülümseme mi yoksa mutsuzluk mu göreceksiniz. İnsanlarla konuşurken, onlara cevap verirken; yüzünüz hangi ifadeye bürünüyor? Hangi şekli alıyor? Bunu hiç merak ettiniz mi? Bu çok önemli. O yüzden yani ikili ilişkilerde ki güven ve sağlam diyaloglar için yüz ifadenizi bilmeniz gerekiyor.” demişti…

Sonuçta her zaman gülemeyiz, moralimiz tavan yapmış olamaz ama bir insanın muhakkak kalıcılık kazanmış “yüz ifadesi” olduğunu düşünüyorum ve buna inanıyorum. İşte bu ifademiz acaba nasıl? Bunu hiç merak ettiniz mi?..

Ben merak edip bu yıl bakmıştım; kalıcı ve süreklilik kazanmış yüz ifademe. Hafif bir tebessüm vardı. Kişilere göre bu tebessüm ya artıyor ve gülücüğe dönüşüyor. Ya da sadece tebessüm olarak kalıyor…

Bir de yine seminerde anlatılanlardan aklımda kalan; “Bir kişiyle konuşurken de muhakkak; gözlerinin içine bakarak konuşun. Gözleriniz başka yerlere kaymasın, bakmasın. Göz temasından kaçmayın ve korkmayın” demişti. Ne kadar anlamlı ve doğru insan ilişkilerini anlatan bir seminerdi. Yine olursa bilgileri tazelemek için katılmak lazım…

Uzun zamandır kendimde keşfettiğim güzel bir huy mu desem, davranış mı desem bir şey var ki; bunu da burada anlatmak istedim. Telefon ile beni bir tanıdığım, arkadaşım ya da akrabam aradığında; moralim bozuk, üzgün ya da ne bileyim sinirli olsam dahi çok neşeli bir ses tonuyla ve yüzümde bir tebessümle konuşmaya başlıyorum. Eğer bir sorunum ya da derdim varsa konuşmanın akışında dile getiriyorum. Ama telefonu açar açmaz uyuz bir ses tonuyla ya da asabi bir şekilde beni arayanı karşılamıyorum. Çünkü karşı taraf sizin o anda neler yaşadığınızı bilemez…

Aranmak, hatırı sorulmak, sevilmek, hatırlanmak çok güzel bir duygu. Benim yaptığım da çok doğru. Herkes de bunu yapmayı denemeli. Eğer bunun tersi davranış süreklilik kazanırsa; bir bakmışsınız ki çevrenizde sizi arayanlar azalmış, belki de hiç kalmamış…

Evimize gelen misafiri nasıl kapıda gülümsemeyle ve güzel bir ses tonuyla karşılıyorsak; bizi telefonla arayanları da aynı şekilde karşılamalıyız. Nasıl misafirimiz evimize girdikten sonra ilerleyen dakikalarda sorunlarımızı, üzüntülerimizi, acılarımızı ona dile getiriyorsak; telefonda da bunu konuşmanın ilerleyen dakikalarında dile getirebiliriz…

Bu kadar uzun yazmayı düşünmemiştim aslında. Nasıl olduysa uzadıkça uzadı yazı. Çok uzun yazmayı sevmiyorum. Kısacık ama anlam yüklü satırları okumayı çok seviyorum ve öyle yazmak istiyorum. Şiirsel dokunuşlarla yazılmış cümleler de çok hoşuma gidiyor...
............
Doğruyu söylemek gerekirse çok uzun bir yazıyı görünce korkup kaçıyorum. Onu okumaktan vazgeçiyorum. Aslında merak da ediyorum neler yazmış diye. Bu kadar uzun yazıları okumak için ne yazık ki vaktim yok. Gün içinde bir sürü şey beni beklerken; ben bu uzun satırlara gömülüp, kalamıyorum işte…
...........
*** Fotoğraf alıntıdır...

16 Aralık 2008 Salı

Sonsuz hayaller kursam ve...

Gerçekleri yazmak her zaman zordur. Kolay diyen de; kendini kandırıyordur bence. Çok düşünürsün yazayım mı, yazmayayım mı diye!.. Sonunda da belki yazarsın ama, sonra bir anda yazdıklarını siliverirsin. Silersin, sonra pişman olursun. Ama o andaki duygularını, hissettiklerini bir daha yazamazsın işte…

İçinden; “Keşke bir yerlerde yazıp saklasaydım” dersin ama çok geç olur. O ilham bir daha geri gelmez. Yazamazsın 2 saat önce ya da 1 gün önce yazdıklarını...

Hayal ürünü şeyleri yazmanın çok kolay olduğunu düşünüyorum ve buna da inanıyorum. E tabi ki hayal gücün varsa yazarsın. Eğer yoksa bir şey olmaz o zaman. Hikaye, roman gibi bir kitap yazmak; aslında daha kolay bence. Biyografi ya da kendi hayatını, kendini yazmak çok zor ve uğraştırıcı...
........
Eğer ki bir gün; bir kitap yazma işine bulaşırsam; “hayatımı yazacağım” demiştim kendi kendime. “Mina Urgan” gibi mesela. Ama çok zor. Çoktan vazgeçtim bu işten. İnsanın tüm içtenliğiyle kendini, yaşadıklarını dürüstçe yazması sanıldığı gibi basit değil. Zaten hiçbir yazar da; her şeyi dürüstçe yazmıyordur. Bu da bir gerçek. Bunda da haklılar. İnsanın hayatta kendine sakladığı bir şeyler olmalı. Herkes her şeyini bilmek zorunda değil!..

En güzeli mis gibi sonsuz hayaller kurmak. Hayalimdeki duygularımı canlandırmak, o duyguları yaşayatacaklarıma birer isim takmak, onları o isimle bir yerlerde hayat vermek. Ve de tüm bunları birleştirip, yazmak. Nedense bu düşünce bana daha kolay geldi bir anda. Ne oldu bana böyle? Kitap falan mı yazmak istiyorum ne?..

Olabildiğince hayaller kurmak ve bu hayallerimi uzattıkça uzatıp, roman yazmak istedim herhalde?..

Romanımın adı da hazır: “7.His”…

Bu arada yazarken de; bir yandan da güldüm kendime!..

“Bu ne güven böyle Ebruli” dedim içimden. Yazarlarımız görmesin bu yazdıklarını sana kesin kızacaklar. Haberin yok!..

Bu arada “yazar” olmak için bir okula falan gitmeme gerek var mı? Bunun okulu var mıdır ki? Her kitap yazan yazar; bununla ilgili bir bölüm okuyup, bitirmiş midir ki?..
*******
Cevap: "Hiç sanmıyorum!" olabilir mi?..

3 Aralık 2008 Çarşamba

Çok özel bir gün; benim için&onun için...


Aşkım için yazıyorum
Aşkıma yazıyorum bu satırları
Ona hediye edeceğim çünkü
Bu özel günümüzde; en güzel hediyeyi
Ona vereceğim
İlk şiirimi yazıyorum, Aşkıma
Beni ne kadar çok sevdiğini
Bildiğim için yazıyorum bunları

İyi ki; benimlesin, hayatımdasın ve
İyi ki; evlenmişim seninle
Çok güzel ve o kadar iyi bir kalbin var ki
Neşelisin, komiksin
Çok tatlısın
Hep böyle kal, hep böyle ol
Asla değişme bebeğim
*********
Hayatımın sonuna kadar, yalnızca seninle
Sadece seninle, yaşamak istiyorum
**********
Sen benim heyecanımsın
Benim sığınağımsın
*********
Sensiz bir hayat, bir ömür düşünemem
Bir gün bile yanımda olmasan
Rahat ve huzurlu değilim
Seni çok özlerim
Sensiz olamam
Sensiz yapamam

Bu güzel günümüzde
İlk defa yazdım sana bunları
Senin için, yalnızca senin

Seni o kadar çok seviyorum ki
Bu sevgim bile beni korkutuyor
Hayatımda bir kişiyi bu kadar çok sevmek yeter bana

Sevgimiz bitmesin, bozulmasın
Ne olursa olsun yanındayım
Seni seveceğim, seni koruyacağım
Sana sımsıkı sarılacağım
Her zaman, her an

Tek dileğim
Seninle hayatımı yaşamak
Seninle birlikte yaşlanmak
Ve birbirimizi karşılıksız sevmek

Seni çok seviyorum Aşkım
Belki de; senin beni sevdiğinden daha çok
Daha fazla seviyorum seni
Hep de seveceğim
Ölünceye kadar

Ebruli

1 Aralık 2008 Pazartesi

Her zaman, her yazıya da başlık olmaz ki...

Dün akşam evdeki eski dergilerimi elden geçirirken; okumadığım bazı röportajları keşfetme ve onları okuma fırsatım oldu. Mesela Maison Française adlı derginin 2005 yılı Ağustos sayısında; Notting Hill’de yaşayan ünlü tasarımcı Tricia Guild ile ağırlık yemek ve sofra tasarımı üzerine yapılan röportajda kadının söylemiş olduklarından en beğendiklerimi seçtim ve yazdım…
**
“Yemeği tabağımın üzerine öylece bırakıp, servis yapılması beni rahatsız eder. Yemeğin sunumu da lezzeti kadar önemli.”
**
"Çiçeklerin iyice solmadan, çöpe atılmasına dayanamam. Onları daha çok yaşatmak için uğraşırım her zaman.”
**
“Yemeğin çok güzel bir ikrama ama kötü bir tada sahip olması, emekleri boşa götürür.”
**
“Ağırlama sanatı hem fikir değiş tokuşu, hem de sunma keyfidir.”(En çok da bu sözünü beğendim.)
**
“Çok olandan hoşlanmam, tıpkı az olandan da hoşlanmadığım gibi.”
**
Ayrıca yukarıda “Notthing Hill” yazınca aklıma; Julia Roberts ve Hugh Grant’ın birlikte oynadıkları film geldi. Bu film de Notting Hill’de çevrilmişti ve filmin adı da Notting Hill’di. Bu filmi 1999-2000 yılında tam hatırlamıyorum sinemada izlemiştim aşkımla birlikte. O kadar çok beğenmiştim ki! Harika bir filmdi. Daha sonra TV’de de gösterilmişti. Hem de cok fazla. Ben bu filmi sanırım 4-5 defa TV'de izlemiştim. Bayıla bayıla...
****
Bu yazımı yazdım ve TV seyrederken; TNT kanalında yarın akşam bu film yani "Notting Hill" gösterilecekmiş. Çok şaşırdım. Yine inanamadım. Allah'tan başka bir şey isteseymişim diye içimden geçirdim. Tekrar, tekrar ama yine de izlemeyi istiyorum. Bu 6. ya da 7. olacak ama...
****
Bu aralar Ajda Pekkan’ın yeni kasetinden “Aynen Öyle” şarkısına takmış vaziyetteyim. Uzun zamandır hiçbir şarkıya bu kadar takmamış, beğenmemiştim. Ne de olsa söz-müzik Şehrazat olunca, böyle oluyor sanırım. Ama Ajda’nın yorumunu ve sesini de yabana atamam. Süper kadınsın Ajda!..
***
Ajda Pekkan; 12 Şubat 2009’da tam 63 yaşına girecekmiş. Onun klibini izlerken hiç de bu yaşta olduğunu hissetmedim. O kadar genç ve enerjik duruyor ki! Ama helal olsun ona. Estetik, mestetik ama hala güzel, hala hoş hatun. Darısı bize…
***
Bu arada; Hümeyra, Güven Hokna, Ayşen Gruda ve de Tansu Çiller teyzeciğim de Ajda ile aynı yaştalarmış…
**********
“Aynen Öyle”
***************************
Bugün takvime baktım
Yaprağını kopardım attım
Seni tanıyacağımı bilseydim
Yapar mıydım (atar mıydım)
Unutma bugün bu tarihi
Bu aşkımızın ilk sahnesi
Yüreğime indi perdesi
Aynen öyle aynen öyle
Unutma bu günü bu tarihi
Kelimelere sığmaz tarifi
Dize getirdim talihi
Aynen öyle aynen öyle
Kalem yazar tükenir
Kader yazar tükenmez
Tükenmesin sevgimiz
Aynen öyle aynen öyle
Hemen koşa koşa evime gittim
Evimin altını üstüne getirdim
Tarih burada kader burada
Yaprağında
Aynen öyle aynen öyle
***************************
Söz-Müzik: Şehrazat