19 Ekim 2008 Pazar

Dile kolay; tam "22 yıl" sonra...

Uzun bir yazı oldu biliyorum. Ama benim için anlamı çok büyük…

Güzel günler ne çabuk geçiyor. Hele de; uzun zamandır görmediğin biriyle, bir sevdiğinle berabersen yandın o zaman. İstiyorsun ki; zaman dursun, saatler ve dakikalar geçmesin. Çünkü “O” gidecek. Hem de yurt dışına. Kim bilir bir daha ne zaman görüşülecek diye düşünüyor ve üzülüyorum…

Bloğumda 21 Haziran ve 27 Haziran tarihlerinde yazdığım iki yazım vardı; “Dilek kapınız açık mı?” başlıklı. Aslında önce bu yazdıklarımı okuyabilirseniz eğer ( okuyanlar hatırlar belki, ama ya okumayanlar; onların hiçbir bilgisi yok bu konuda, üşenmeyen okusun diyorum) bu yazımı daha iyi anlarsınız. Benim bir isteğim gerçekleşmişti. Ama bu istek öyle bir istek di ki; gerçekleşmesinden ümidini kestiğim, mucize gibi bir istek…

Sonunda onunla yani Gülay ile birbirimizi bulduk. Üzgünüm ki; “Facebook” sayesinde birbirimizi bulmadık. Haziran ayında benim izimi bulup, beni aradı. Ben şoktaydım o zamanlar. Bununla birlikte; maillesmeler, telefonlaşmalar ve birbirimize fotoğraf göndermeler falan oldu. Tam onunla 22 yıldır birbirimiz görmedik, görüşemedik. 1990 ya da 1991 yılında ona yazmış olduğum mektubuma cevap gelmemişti. Sonra arkasından iki defa daha yazdım ve ondan yine mektup gelmemişti. Ben de bir daha yazmadım. Demek ki; o zamanlarda “o bana yazmıyor, ben de ona artık yazmayacağım” diye düşündüm herhalde. Sonra da; benim adresimi kaybettiğini, ya da taşınmış olabileceğini düşündüm. Birbirimize telefon numaralarımızı vermemiştik. Arayamayabiliriz diye. Çünkü o yıllarda ülkeler arası görüşmeler çok pahalıydı. Bu yüzden onunla telefonda konuşma şansım olmadı. Belki de onunla mektuplaşmak daha güzel gelmişti bana. İnsan konuşamadığı bir sürü şeyi mektubunda yazabiliyor. Duygularını yazarak daha rahat bir şekilde dile getirebiliyor. Aslında en güzeli mektuplaşmak bence. Gerçi artık “mektup yazıp” postaya vermiyorum sadece. Bunun yerine; mektubu yazıyorum ve maille gönderiyorum. En azından 7-15 gün yerine, anında gidiyor. Süper bir şey bence “anında mektuplaşmak”…

Dönelim tekrar Gülay’a. Çocukluğum onunla birlikte geçmişti, birbirimize cok yakındık. Ailelerimiz de tanışıyorlardı. Ama bizim Ankara’ya, onun da Almanya’ya taşınması bizi, birbirimizden ayırmıştı. Ayrılışımız bu şekilde oldu. Yoksa bizim arkadaşlığımız eminim ki; bugüne kadar devam ederdi…

Gülay ile en son mektuplaşmamız, 1990 yılı, ya da sonlarına doğru. Onunla en son görüşmemiz ise “1986” yılı. Yani 22 yıldır birbirimizi hiç görmedik ve sesimizi hiç duymadık. Bu kadar yıldan sonra o beni buldu. Bence bu bir “mucize”. Asla aklıma gelmeyecek, bir mucize. Beni “google” da aramış. Ama benimle ilgili hiçbir siteye ulaşamamış. Kız kardeşlerimden sadece birisinin isminden bir siteye ulaşıp, kız kardeşimi bulmuş. Ondan da; beni buldu işte. Ben hala inanamıyorum. Aslında bazen bu rüya gibi bir şey deyip, geçiyorum. Kendim bile inanamıyorum…

Onunla hemen, bu yıl görüşemeyiz diye düşünmüştüm. Artık kim bilir ne zaman görüşürüz diye içimden söyleniyordum. O Almanya’da, ben Türkiye’de. Ama öyle olmadı işte. Gülay sürpriz bir haberle beni aradı ve sonunda 3 Ekim’de Ankara’ya geldi. Onu görmek, ona sarılmak, gözlerinin içine bakmak harikaydı. Yıllar geçse de yine değişmemişti yüzü. Gözleri yine aynı bakıyordu. Gülüşü aynıydı. Ona bakarken, onunla konuşurken; hep çocukluğum ve Kastamonu’da yaşadığımız anılar geldi gözümün önüne. Çünkü hep o hatıralarla bırakmıştık birbirimizi. Bir daha hiç görüşememiştik ki!..

Ben de 2 gün kadar kalıp, Karabük’e anneannesinin yanına gitti. Orada 2 hafta kaldıktan sonra, Almanya’ya dönmeden önce yine ben de 2 gün kaldı. Yani “22 yıl aradan sonra” sadece 4 günümüz birlikte geçti. Ama ben buna da razıyım. İnşallah bundan sonra az da olsa birbirimizi görebiliriz. 22 yılı 4 güne sığdırmak hiç de kolay değil çünkü…

Bu kadar yıldan sonra ilk görüşmemiz olmasına rağmen; aramızda ne bir soğukluk, ne bir mesafe ne de bir resmiyet oldu. Bıraktığımız yerden devam ettik sanki. Asıl inanamadığım, asıl ilginç olan buydu aslında. Bu duyguyu ancak insan ailesinden biriyle ayrı kalırsa yaşayabilir. Yani “bıraktığı yerden devam edebilir” diye düşünürüm. Çevremdeki arkadaşlarım da bana; “22 yıl hiç görüşmemişsiniz, çocukken ayrılmışsınız. Bu kadar yıldan sonra ne konuşup, ne paylaşacaksınız, aranız eskisi gibi olmaz” diye bir sürü yorumlar yapmışlardı. Ben de bunlardan etkilenip, üzülmüştüm. Ama hiç öyle bir şey olmadı işte. Tam tersine birbirimize karşı; gayet sevgi dolu ve gayet de yakındık. Ama bunu, böyle bir duyguyu yaşayan, dünyada ya da Türkiye’de kaç tane insan vardır ki? Herkesin yaşayabileceği bir şey değil bence. O yüzden de “sadece yaşayan bilir”…

Onun gelişini büyük bir heyecan ve merakla bekledim. Ama ne var ki; geldi ve gitti. Şimdi Almanya’da. Ona kızı ve eşiyle birlikte sağlıklı ve mutlu bir hayat diliyorum. O dünyada ki bütün iyi şeyleri hak ediyor. Umarım hayatında istediği her şey olur. Onu bulduğuma, onunla konuştuğuma, ona sarıldığıma, gözlerinin içine baktığıma o kadar sevindim ki!..

Eğer onunla görüşemeseydik; sadece onun yaşadığını, hayatta olduğunu bilmek bile benim için yeterli olabilecekti. Bunu öğrenmek bile bana verilen en güzel hediyeydi. Çünkü uzun yıllar onu hep merak ettim. “Acaba hayatta mı?, sağlıklı mı?, ne iş yapıyor? evlendi mi?” diye. Ne zaman “Gülay” ismini duysam; aklıma hep o gelirdi. Ve arkasından da; bu sorular gelirdi…

“Çocukluk arkadaşı” deyip de; geçmemek lazım. Belki aynı şehirlerde, aynı ülkede yaşıyor olsaymışız, kim bilir nasıl bir dostluğumuz olacakmış. Birbirimizi çok severken ayrıldığımız için asla birbirimizi unutmamışız diye düşünüyorum. Oysa çocukluğunda insanın hayatında bir sürü arkadaşı olabiliyor. Belki çoğunu da; çok seviyor ve bir daha göremiyor olabiliyor. Ama ben en çok “Gülay” ımı aradım, yıllarca onu merak ettim. Ondan bir haber almayı bekledim. Demek ki; en çok onu sevmişim, onu özlemişim. Canım dostum, arkadaşım, kardeşim benim. Seni hep seveceğim ve bundan sonra asla birbirimizi kaybetmeyeceğiz…

13 Ekim 2008 Pazartesi

Maceraların en güzeli:::İstanbul:::

İstanbul maceramızda kaldığımız otelin odasından çektiğim bir kare. Sabahları o kadar güzel bir manzaraya karşı uyanıyorduk ki; odadan dışarı çıkıp, İstanbul'u gezmek dahi istemiyorduk. Daha çok ben istemiyordum...


Bir günümüzü Büyük Ada'da geçirelim istedik ve vapurla yolculuk yaptık. Vapurdan giderken izlemeye doyamadığım bir görüntü...

Büyük Ada'da avını kaybedip, arayan bir pisicik...

Kalığımız otelin teras katındaki mandalina ağaçlarından. Mandalinayı elime alıp, kokladım. Sadece kokladım, içime çektim ama yemedim...

Arnavutköy taraflarında İzmit'den gelen bir Müze Gemisi vardı. Döneceğimiz gün gezmiştik gemiyi. Gezerken el emeği ile yapılmış maket gemiler vardı. Onlardan beğendiğim bir tanesi...

"Emirgan Korusu"nda birbirine sarmaş dolaş olmuş, "sevgili olan ağaçları" keşfettim. Ağaçlardan bir tanesi palmiye ama diğerinin cinsi neydi onu bilemiyorum. Hayatımda ilk defa bu şekilde birbirine yapışık olarak büyümüş iki ağacı gördüm. Görmekle kalmadım, sizlere de göstermek istedim. Çok ilginç değil mi?..


Kaldığımız oteli özlüyorum. İstanbul'da bu manzaraya karşı daha uzun günler kalmak isterdim. Beş gün yeterli gelmedi bana. Böyle bir manzara bırakılıp da, gelinir mi hiç?..

Ortaköy'ü, Bebeği ve Emirgan'ı fethettik. Artık heryerini ezberledik. Bir daha asla unutmayız...


Hep "beyaz bir güvercin" fotoğrafı çekmek istemişimdir. İstanbul'a kısmetmiş bu da. Bebek sahilinde yürürken rastladık ona. Benden hiç kaçmadı, korkmadı. Rahatlıkla çektim ben de. Aslında güvercinlerle pek fazla aram iyi değil. Evimin camlarının önünde sürekli konaklıyorlar. Sanırım çay, kahve bir şeyler içip gidiyorlar. Ama temizlemeyi unutuyorlar. Bu yüzden onlarla aramız pek iyi değil...

Yine sahilde yürürken bu yaşlı amcaya hayran kaldım. Sahilde oturmak ve dinlenmek için oturma banklarından yoktu. Bu amca kendi şezlongunu yanında getirmiş ve denize sıfır oturup, gazetesini okuyordu. Ohhh be ne keyif ama değil mi? Aferin amcaya, takdir ettim onu. Hiç kimsenin aklına gelir mi, böyle bir şey yapmak. Mesela bizim aklımıza gelmemişti?..

Aşkımın yakın bir arkadaşı mutlaka "Rumeli Feneri"ne de gidin demiş. Biz de onun sözünü dinleyip, gittik. Yolda giderken arabayı bir yere çektik ve ben bu şahane manzaraları çektim. Daha bir sürü var dı da, bir kaç tanesini koydum. Rumeli Feneri'ne gittiğinizde; Marmara Denizi ile Karadeniz'in kesiştiği noktayı görüyorsunuz. Çok güzeldi, seyretmeye doyamadım ki! Buraya giderken de karşılıklı iki taraflı sadece ağaçların olduğu ıssız bir yoldan gidiyorsunuz. Deniz ise ağaçların ardında kalıyor. Sonra yukarıdaki ve aşağıdaki manzarayı ve daha güzellerini görüyorsunuz...


İstinye Park AVM'ni geçen sene de görmüştük ama yine gidelim istedik. Orada en çok hoşuma giden İstinye Pazarı ve Rain Forest Cafe. Haa bir de İstinye Pazarında ki "Balık Evinde" hamsi tava yemek. Şiddetle tavsiye edilir, bir Ankaralı olarak hem de. Bir İstanbulluya tavsiye etmek hiç haddimize düşmez tabiki de...

Rain Forest Cafe gerçekten de çok ilginç bir yer. Mutlaka gidilip, görülmesi gereken bir mekan. Girişinde gerçeğe benzeyen bir timsah var. Elektrikle canlıymış gibi hareket ettiriliyor. İçerde ise iki tane fil, goril ve kelebek var. En çok filleri beğendim. Kulakları, gözleri hareket ediyor ve ses çıkarıyor. Çok güzel yapılmış, gerçeğe çok yakın. Cafenin içini yağmur ormanlarına benzetmeğe çalışmışlar. Loş ve karanlık. Kendinizi bir ormandaymış gibi hissetmek ve o ormanda bir şeyler yemek istiyorsanız gidin derim. Bu arada; sahibi tanıdık ya da akraba falan değil. Bu kadar anlattım ama, sadece beğendiğim için. Reklamını yaptığımı sanmayın!..
Dikkat elinizi ısırabilir! Hıhhhh gerçek değil ki...

Büyük Ada'da yediğimiz dondurma. Korneti çok farklıydı. Sadece adada gördüm bu kornetlerden. İstanbul'da hiç görmedim. Ankara da da yok. Sadece adaya mahsus bunlar sanırım. Normalde dondurma aldığınızda kornete para ödemeyiz değil mi? Burada kornete de ayrıca para alıyorlar. Çok değişik bir sistem. Ama değer, süper bir dondurma. Ve de çikolataya ve fındık krığına bulanmış korneti de harikaydı. Artık önümüzdeki seneye, yani 2009 da bir daha yemek üzere, hoşçakal kornet!..

Ada'da sahile sıfır balık lokantalarının önünden geçerken bu manzaraya şahit olduk aşkımla. Bir sürü fotoğraf çekmişim bununla ilgili ama sadece bunu yayınladım. Bu kareye "kedilerin ve martıların kardeşliği" adını koydum. İkisi de birbiriyle çok iyi anlaşıyorlardı. Uzun bir süre bu ikiliyi izledik. İnanamadık...Çok güzeldi!..

Cici, güzel martı. Nerede senin kedi eşin. Söyle bana!..

Ada'da sokakların arasında gezerken bu kediye rastladım. O kadar tatlı uyuyordu ki. Canım hiç kıyamadım ona. İnşallah bir evi, yuvası vardır. Yoksa da inşallah olur...

Yine Ada'nın sokaklarında yürürken; bu ikiliye rastladık. Öylece yolda uyuya kalmışlardı. Ben onları çekerken hiç bakmadılar bile. Hiç uyanmadılar. Çok az güneş vuruyordu üzerlerine. Güneşe karşı öylece uyudular, uyanmadan. Ben gittim, sonra ne oldu bilemiyorum. Umarım ayaklarına basan birileri olmamıştır...

Ada'da "kahve dünyası" nı görünce hemen zıpladık aşkımla. Yüksekte olduğu için, manzarası süperdi. Oturduk, dinlendik ve ben harika türk kahvesinden içtim. Çok şirin bir yer. Henüz Ankara'da iki şubesi var. Umarım daha çok yere açarlar. Çikolataları da harika. Deneyin!..

Ada'ya giderken, vapurdan çektiğim bir kare. Martılara vermek için yanımda sadece bir tane simit vardı. İçimden "keşke yanıma büyük bir ekmek alsaydım" dedim. O anda demiştim yani...

Ada'dan dönerken çektiğim, bayıldığım, seyretmeğe doyamadığım, aşık olduğum bir anın fotoğrafı işte...

"Emirgan Korusu" İstanbul'da mutlaka gidilmesi, görülmesi gereken bir yer. İnanılmaz güzel bir tabiatı var. Ağaçlar, çiçekler, şehirden uzak, temiz bir hava, piknik alanları, Beyaz Köşk, Sarı Köşk ve Pembe Köşk adında üç tane restoranı, Emirgan'dan deniz manzarası, kuş sesleri...

Emirgan Korusu'ndan yine bir manzara. Çok beğendim burayı. Kesinlikle her İstanbul'a gidişimde mutlaka bıkmadan göreceğim bir mekan...



Fotoğrafda çatısı gözüken yer "Sarı Köşk". Burada; dört yıldır görmediğim liseden arkadaşım olan İlkay ile buluştuk. Onu gördüğüme o kadar çok sevindim ki. Uzun süredir görüşememiştik, özlemişim arkadaşımı. Bu arada Sarı Köşk'ü İstanbul Belediyesi işletiyormuş. Köşkün içi, manzarası ve yemekleri harika. Belediye işlettiği için fiyatlar da süper uygun...
Bir İstanbul maceramı kısa bir şekilde anlatmaya çalıştım ama aslında gezdiğim, gördüğüm, fotoğrafını çektiğim, anlatacağım bir sürü yerler var da; bunları yazacak "ne zaman, ne göz, ne parmak, ne de güç" var bende. Ben artık çok sık yazmadığım halde bloğumdan uzaklaşmaya başladım bu aralar. Çok üşenir oldum bloğuma bir şeyler yazmaya. Sürekli erteliyorum; "tamam yarın yazarım" diye diye. Ama o yarınlar bir türlü gelmiyor. Hatta yazacaklarımı bile unutuyorum. Üzerinden zaman geçince pek keyfi de kalmıyor açıkçası. Sanırım ben pek fazla içimdekileri olduğu gibi yazamıyorum. Sorun bundan kaynaklanıyor. Bakalım bu yazma işi ne zamana kadar sürecek?..
*
Merak ettim doğrusu. Bloğum birinci yaşını kutlayabilecek mi acaba?..