Uzun bir yazı oldu biliyorum. Ama benim için anlamı çok büyük…
Güzel günler ne çabuk geçiyor. Hele de; uzun zamandır görmediğin biriyle, bir sevdiğinle berabersen yandın o zaman. İstiyorsun ki; zaman dursun, saatler ve dakikalar geçmesin. Çünkü “O” gidecek. Hem de yurt dışına. Kim bilir bir daha ne zaman görüşülecek diye düşünüyor ve üzülüyorum…
Bloğumda 21 Haziran ve 27 Haziran tarihlerinde yazdığım iki yazım vardı; “Dilek kapınız açık mı?” başlıklı. Aslında önce bu yazdıklarımı okuyabilirseniz eğer ( okuyanlar hatırlar belki, ama ya okumayanlar; onların hiçbir bilgisi yok bu konuda, üşenmeyen okusun diyorum) bu yazımı daha iyi anlarsınız. Benim bir isteğim gerçekleşmişti. Ama bu istek öyle bir istek di ki; gerçekleşmesinden ümidini kestiğim, mucize gibi bir istek…
Sonunda onunla yani Gülay ile birbirimizi bulduk. Üzgünüm ki; “Facebook” sayesinde birbirimizi bulmadık. Haziran ayında benim izimi bulup, beni aradı. Ben şoktaydım o zamanlar. Bununla birlikte; maillesmeler, telefonlaşmalar ve birbirimize fotoğraf göndermeler falan oldu. Tam onunla 22 yıldır birbirimiz görmedik, görüşemedik. 1990 ya da 1991 yılında ona yazmış olduğum mektubuma cevap gelmemişti. Sonra arkasından iki defa daha yazdım ve ondan yine mektup gelmemişti. Ben de bir daha yazmadım. Demek ki; o zamanlarda “o bana yazmıyor, ben de ona artık yazmayacağım” diye düşündüm herhalde. Sonra da; benim adresimi kaybettiğini, ya da taşınmış olabileceğini düşündüm. Birbirimize telefon numaralarımızı vermemiştik. Arayamayabiliriz diye. Çünkü o yıllarda ülkeler arası görüşmeler çok pahalıydı. Bu yüzden onunla telefonda konuşma şansım olmadı. Belki de onunla mektuplaşmak daha güzel gelmişti bana. İnsan konuşamadığı bir sürü şeyi mektubunda yazabiliyor. Duygularını yazarak daha rahat bir şekilde dile getirebiliyor. Aslında en güzeli mektuplaşmak bence. Gerçi artık “mektup yazıp” postaya vermiyorum sadece. Bunun yerine; mektubu yazıyorum ve maille gönderiyorum. En azından 7-15 gün yerine, anında gidiyor. Süper bir şey bence “anında mektuplaşmak”…
Dönelim tekrar Gülay’a. Çocukluğum onunla birlikte geçmişti, birbirimize cok yakındık. Ailelerimiz de tanışıyorlardı. Ama bizim Ankara’ya, onun da Almanya’ya taşınması bizi, birbirimizden ayırmıştı. Ayrılışımız bu şekilde oldu. Yoksa bizim arkadaşlığımız eminim ki; bugüne kadar devam ederdi…
Gülay ile en son mektuplaşmamız, 1990 yılı, ya da sonlarına doğru. Onunla en son görüşmemiz ise “1986” yılı. Yani 22 yıldır birbirimizi hiç görmedik ve sesimizi hiç duymadık. Bu kadar yıldan sonra o beni buldu. Bence bu bir “mucize”. Asla aklıma gelmeyecek, bir mucize. Beni “google” da aramış. Ama benimle ilgili hiçbir siteye ulaşamamış. Kız kardeşlerimden sadece birisinin isminden bir siteye ulaşıp, kız kardeşimi bulmuş. Ondan da; beni buldu işte. Ben hala inanamıyorum. Aslında bazen bu rüya gibi bir şey deyip, geçiyorum. Kendim bile inanamıyorum…
Onunla hemen, bu yıl görüşemeyiz diye düşünmüştüm. Artık kim bilir ne zaman görüşürüz diye içimden söyleniyordum. O Almanya’da, ben Türkiye’de. Ama öyle olmadı işte. Gülay sürpriz bir haberle beni aradı ve sonunda 3 Ekim’de Ankara’ya geldi. Onu görmek, ona sarılmak, gözlerinin içine bakmak harikaydı. Yıllar geçse de yine değişmemişti yüzü. Gözleri yine aynı bakıyordu. Gülüşü aynıydı. Ona bakarken, onunla konuşurken; hep çocukluğum ve Kastamonu’da yaşadığımız anılar geldi gözümün önüne. Çünkü hep o hatıralarla bırakmıştık birbirimizi. Bir daha hiç görüşememiştik ki!..
Ben de 2 gün kadar kalıp, Karabük’e anneannesinin yanına gitti. Orada 2 hafta kaldıktan sonra, Almanya’ya dönmeden önce yine ben de 2 gün kaldı. Yani “22 yıl aradan sonra” sadece 4 günümüz birlikte geçti. Ama ben buna da razıyım. İnşallah bundan sonra az da olsa birbirimizi görebiliriz. 22 yılı 4 güne sığdırmak hiç de kolay değil çünkü…
Bu kadar yıldan sonra ilk görüşmemiz olmasına rağmen; aramızda ne bir soğukluk, ne bir mesafe ne de bir resmiyet oldu. Bıraktığımız yerden devam ettik sanki. Asıl inanamadığım, asıl ilginç olan buydu aslında. Bu duyguyu ancak insan ailesinden biriyle ayrı kalırsa yaşayabilir. Yani “bıraktığı yerden devam edebilir” diye düşünürüm. Çevremdeki arkadaşlarım da bana; “22 yıl hiç görüşmemişsiniz, çocukken ayrılmışsınız. Bu kadar yıldan sonra ne konuşup, ne paylaşacaksınız, aranız eskisi gibi olmaz” diye bir sürü yorumlar yapmışlardı. Ben de bunlardan etkilenip, üzülmüştüm. Ama hiç öyle bir şey olmadı işte. Tam tersine birbirimize karşı; gayet sevgi dolu ve gayet de yakındık. Ama bunu, böyle bir duyguyu yaşayan, dünyada ya da Türkiye’de kaç tane insan vardır ki? Herkesin yaşayabileceği bir şey değil bence. O yüzden de “sadece yaşayan bilir”…
Onun gelişini büyük bir heyecan ve merakla bekledim. Ama ne var ki; geldi ve gitti. Şimdi Almanya’da. Ona kızı ve eşiyle birlikte sağlıklı ve mutlu bir hayat diliyorum. O dünyada ki bütün iyi şeyleri hak ediyor. Umarım hayatında istediği her şey olur. Onu bulduğuma, onunla konuştuğuma, ona sarıldığıma, gözlerinin içine baktığıma o kadar sevindim ki!..
Eğer onunla görüşemeseydik; sadece onun yaşadığını, hayatta olduğunu bilmek bile benim için yeterli olabilecekti. Bunu öğrenmek bile bana verilen en güzel hediyeydi. Çünkü uzun yıllar onu hep merak ettim. “Acaba hayatta mı?, sağlıklı mı?, ne iş yapıyor? evlendi mi?” diye. Ne zaman “Gülay” ismini duysam; aklıma hep o gelirdi. Ve arkasından da; bu sorular gelirdi…
“Çocukluk arkadaşı” deyip de; geçmemek lazım. Belki aynı şehirlerde, aynı ülkede yaşıyor olsaymışız, kim bilir nasıl bir dostluğumuz olacakmış. Birbirimizi çok severken ayrıldığımız için asla birbirimizi unutmamışız diye düşünüyorum. Oysa çocukluğunda insanın hayatında bir sürü arkadaşı olabiliyor. Belki çoğunu da; çok seviyor ve bir daha göremiyor olabiliyor. Ama ben en çok “Gülay” ımı aradım, yıllarca onu merak ettim. Ondan bir haber almayı bekledim. Demek ki; en çok onu sevmişim, onu özlemişim. Canım dostum, arkadaşım, kardeşim benim. Seni hep seveceğim ve bundan sonra asla birbirimizi kaybetmeyeceğiz…
Güzel günler ne çabuk geçiyor. Hele de; uzun zamandır görmediğin biriyle, bir sevdiğinle berabersen yandın o zaman. İstiyorsun ki; zaman dursun, saatler ve dakikalar geçmesin. Çünkü “O” gidecek. Hem de yurt dışına. Kim bilir bir daha ne zaman görüşülecek diye düşünüyor ve üzülüyorum…
Bloğumda 21 Haziran ve 27 Haziran tarihlerinde yazdığım iki yazım vardı; “Dilek kapınız açık mı?” başlıklı. Aslında önce bu yazdıklarımı okuyabilirseniz eğer ( okuyanlar hatırlar belki, ama ya okumayanlar; onların hiçbir bilgisi yok bu konuda, üşenmeyen okusun diyorum) bu yazımı daha iyi anlarsınız. Benim bir isteğim gerçekleşmişti. Ama bu istek öyle bir istek di ki; gerçekleşmesinden ümidini kestiğim, mucize gibi bir istek…
Sonunda onunla yani Gülay ile birbirimizi bulduk. Üzgünüm ki; “Facebook” sayesinde birbirimizi bulmadık. Haziran ayında benim izimi bulup, beni aradı. Ben şoktaydım o zamanlar. Bununla birlikte; maillesmeler, telefonlaşmalar ve birbirimize fotoğraf göndermeler falan oldu. Tam onunla 22 yıldır birbirimiz görmedik, görüşemedik. 1990 ya da 1991 yılında ona yazmış olduğum mektubuma cevap gelmemişti. Sonra arkasından iki defa daha yazdım ve ondan yine mektup gelmemişti. Ben de bir daha yazmadım. Demek ki; o zamanlarda “o bana yazmıyor, ben de ona artık yazmayacağım” diye düşündüm herhalde. Sonra da; benim adresimi kaybettiğini, ya da taşınmış olabileceğini düşündüm. Birbirimize telefon numaralarımızı vermemiştik. Arayamayabiliriz diye. Çünkü o yıllarda ülkeler arası görüşmeler çok pahalıydı. Bu yüzden onunla telefonda konuşma şansım olmadı. Belki de onunla mektuplaşmak daha güzel gelmişti bana. İnsan konuşamadığı bir sürü şeyi mektubunda yazabiliyor. Duygularını yazarak daha rahat bir şekilde dile getirebiliyor. Aslında en güzeli mektuplaşmak bence. Gerçi artık “mektup yazıp” postaya vermiyorum sadece. Bunun yerine; mektubu yazıyorum ve maille gönderiyorum. En azından 7-15 gün yerine, anında gidiyor. Süper bir şey bence “anında mektuplaşmak”…
Dönelim tekrar Gülay’a. Çocukluğum onunla birlikte geçmişti, birbirimize cok yakındık. Ailelerimiz de tanışıyorlardı. Ama bizim Ankara’ya, onun da Almanya’ya taşınması bizi, birbirimizden ayırmıştı. Ayrılışımız bu şekilde oldu. Yoksa bizim arkadaşlığımız eminim ki; bugüne kadar devam ederdi…
Gülay ile en son mektuplaşmamız, 1990 yılı, ya da sonlarına doğru. Onunla en son görüşmemiz ise “1986” yılı. Yani 22 yıldır birbirimizi hiç görmedik ve sesimizi hiç duymadık. Bu kadar yıldan sonra o beni buldu. Bence bu bir “mucize”. Asla aklıma gelmeyecek, bir mucize. Beni “google” da aramış. Ama benimle ilgili hiçbir siteye ulaşamamış. Kız kardeşlerimden sadece birisinin isminden bir siteye ulaşıp, kız kardeşimi bulmuş. Ondan da; beni buldu işte. Ben hala inanamıyorum. Aslında bazen bu rüya gibi bir şey deyip, geçiyorum. Kendim bile inanamıyorum…
Onunla hemen, bu yıl görüşemeyiz diye düşünmüştüm. Artık kim bilir ne zaman görüşürüz diye içimden söyleniyordum. O Almanya’da, ben Türkiye’de. Ama öyle olmadı işte. Gülay sürpriz bir haberle beni aradı ve sonunda 3 Ekim’de Ankara’ya geldi. Onu görmek, ona sarılmak, gözlerinin içine bakmak harikaydı. Yıllar geçse de yine değişmemişti yüzü. Gözleri yine aynı bakıyordu. Gülüşü aynıydı. Ona bakarken, onunla konuşurken; hep çocukluğum ve Kastamonu’da yaşadığımız anılar geldi gözümün önüne. Çünkü hep o hatıralarla bırakmıştık birbirimizi. Bir daha hiç görüşememiştik ki!..
Ben de 2 gün kadar kalıp, Karabük’e anneannesinin yanına gitti. Orada 2 hafta kaldıktan sonra, Almanya’ya dönmeden önce yine ben de 2 gün kaldı. Yani “22 yıl aradan sonra” sadece 4 günümüz birlikte geçti. Ama ben buna da razıyım. İnşallah bundan sonra az da olsa birbirimizi görebiliriz. 22 yılı 4 güne sığdırmak hiç de kolay değil çünkü…
Bu kadar yıldan sonra ilk görüşmemiz olmasına rağmen; aramızda ne bir soğukluk, ne bir mesafe ne de bir resmiyet oldu. Bıraktığımız yerden devam ettik sanki. Asıl inanamadığım, asıl ilginç olan buydu aslında. Bu duyguyu ancak insan ailesinden biriyle ayrı kalırsa yaşayabilir. Yani “bıraktığı yerden devam edebilir” diye düşünürüm. Çevremdeki arkadaşlarım da bana; “22 yıl hiç görüşmemişsiniz, çocukken ayrılmışsınız. Bu kadar yıldan sonra ne konuşup, ne paylaşacaksınız, aranız eskisi gibi olmaz” diye bir sürü yorumlar yapmışlardı. Ben de bunlardan etkilenip, üzülmüştüm. Ama hiç öyle bir şey olmadı işte. Tam tersine birbirimize karşı; gayet sevgi dolu ve gayet de yakındık. Ama bunu, böyle bir duyguyu yaşayan, dünyada ya da Türkiye’de kaç tane insan vardır ki? Herkesin yaşayabileceği bir şey değil bence. O yüzden de “sadece yaşayan bilir”…
Onun gelişini büyük bir heyecan ve merakla bekledim. Ama ne var ki; geldi ve gitti. Şimdi Almanya’da. Ona kızı ve eşiyle birlikte sağlıklı ve mutlu bir hayat diliyorum. O dünyada ki bütün iyi şeyleri hak ediyor. Umarım hayatında istediği her şey olur. Onu bulduğuma, onunla konuştuğuma, ona sarıldığıma, gözlerinin içine baktığıma o kadar sevindim ki!..
Eğer onunla görüşemeseydik; sadece onun yaşadığını, hayatta olduğunu bilmek bile benim için yeterli olabilecekti. Bunu öğrenmek bile bana verilen en güzel hediyeydi. Çünkü uzun yıllar onu hep merak ettim. “Acaba hayatta mı?, sağlıklı mı?, ne iş yapıyor? evlendi mi?” diye. Ne zaman “Gülay” ismini duysam; aklıma hep o gelirdi. Ve arkasından da; bu sorular gelirdi…
“Çocukluk arkadaşı” deyip de; geçmemek lazım. Belki aynı şehirlerde, aynı ülkede yaşıyor olsaymışız, kim bilir nasıl bir dostluğumuz olacakmış. Birbirimizi çok severken ayrıldığımız için asla birbirimizi unutmamışız diye düşünüyorum. Oysa çocukluğunda insanın hayatında bir sürü arkadaşı olabiliyor. Belki çoğunu da; çok seviyor ve bir daha göremiyor olabiliyor. Ama ben en çok “Gülay” ımı aradım, yıllarca onu merak ettim. Ondan bir haber almayı bekledim. Demek ki; en çok onu sevmişim, onu özlemişim. Canım dostum, arkadaşım, kardeşim benim. Seni hep seveceğim ve bundan sonra asla birbirimizi kaybetmeyeceğiz…