22 Kasım 2012 Perşembe

İletişim...

İletişimin en uç noktalarda olduğu dönemdeyiz artık. Herkes bırakın bilgisayara girmeyi, artık elindeki cep telefonundan her şeyi hallediyor. Banka hesaplarına giriyor, mailleşiyor, twitter, face falan filan…


Yani bilgisayarını açmaya, tuşlarına basmaya gerek yok artık. E tabi bu varsayım herkes için geçerli değil ama her nedense bu tipler hep benim karşıma çıkıyor.

Geçen hafta restoranın birindeyiz. Yemek yemenin dışında, biraz sohbet, biraz çocuk peşindeyim. Biraz da çevre izlenimi. Yani ortamdaki diğer insanlar.

Karşı masamızda oturan bir adam, eşi ve iki çocuğu. Gözüm adama takıldı. Elinde bir telefon, sürekli onunla. Yemek boyunca elinden düşürmedi. E çocuk ya kendisi, oyuncağıyla oynuyor sanki. Be adam, karşında karın var, iki tane de çocuğun. Biraz da onlarla ilgilensen diyorum. Masada ailen var, ailen. Ne olur sanki eşinle biraz sohbet etsen, çocuklarının sorularına cevap versen. Nasıl bir adamsın sen? Adamda iletişim denen bir şey yok.

Huuuuu! Duydun mu?

Bak çocuğun bir şeyler soruyor. Kafanı kaldır da bir bak. Ne var, başbakan mısın sen? Bu kadar yoğunsun. Yoksa bir holding de genel müdür filan mısın?

O an adamın elindeki telefonu alıp, kırıp, parçalamak geldi içimden. Zavallı eşinin yerine. Eşi de etrafa bakmakla yetiniyordu. Ara sıra çocukların sorularına cevap veriyordu. Ben çocuğumun peşinden koşmak için ara sıra masadan kalktığımda ise, telefonuna şöyle yan gözle bir bakıp, geçerken gördüm ki; beyfendi hazretleri facebook daydı. Sürekli bir fotoğraf bakma çabasındaydı…

İşte bu ve buna benzer manzaralarla artık o kadar çok sık karşılaşıyorum ki. Hangi birini anlatayım. Aslında çok şaşırmıyorum. Yurdumun insanı artık bir değişik olmuş. Anlamak imkansız.

Bir hafta sonunda, birkaç saatini bile ailesine ayırmaktan yoksun, bencil, ilgisiz bir tuhaf insanlar bunlar. Teknoloji bunun için mi yani.

“İlgisizlik, iletişimsizlik, bencillik, vurdum duymazlık” için mi?..

16 Kasım 2012 Cuma

De-di-ko-du...

Galiba Üniversiteye giriş yaşının biraz daha ileriye mi çekilmesi gerekiyor? Yani liseler 4 değil de daha uzun süre mi olsa. Bazı şeyleri okuyunca bunları düşünecek hale geliyor insan. Aşağıdaki bilgi notu hürriyet gazetesinden alıntıdır. 1.Bölümdekiler meslek dışı, 2. Bölümdekiler ise mesleki okul okumuş olanlar. Ben  öğrenince çok şaşırdım.

Nerden nereye! Bazılarına Allah yürü ya kulum demiş. Peki bunlara ve bunun gibilerine üniversitelerde onca emek bunun için mi veriliyor. O zaman kimse bir şey okumasın. Herkes iş hayatında çalışarak mesleki bilgisini edinsin. Bilmiyorum bu örnekler sadece medyadan tanıdığımız, bildiğimiz insanlar. Bunun dışında bilmediğimiz o kadar çok kişi bitirdiği okulla ilgili mesleğini yapmıyor ya da yapamıyor. Bence çok acı. Sorumlusu kim, kimler bilmiyorum. Sistem mi bozuk, biz mi?

Bakalım siz okuyunca en çok kim yada kimlere şaşıracaksınız. Beni en çok  Beyaz, Haluk Levent ve Cem Yılmaz şaşırttı.

Aşağıdaki bilgilerin çoğunu düzeltmek ya da iptal etmek durumunda kaldım. Çünkü Hürriyet gazetesinden alıntı yapmıştım. Gazetede; bazıları okulu yarım bıraktığı halde onları da bitirmiş gibi mezun göstermiş. Ya da okudukları bölüm yanlış yazmış. Bu yüzden Wikipedia nın yardımıyla bir çoğunu düzeltmek durumunda kaldım. Buradan "Lütfen doğru haber" diyorum...

Bir daha Hürriyetin ipiyle kuyaya inmek mi?

Asla!.. 

1.Bölüm

-Şebnem Ferah; ODTÜ Ekonomi Bölümü'nü 2. sınıftan terk ettikten sonra İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünden,
-Yaşar; Marmara Üniversitesi işletme bölümünden,
-Tarık Akan; Yıldız Teknik Üniversitesi, Makine Mühendisliği ve Gazetecilik Enstitüsünden,
-Nil Karaibrahimgil: Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünden,
-Kenan İmirzalıoğlu; Yıldız Teknik Üniversitesi Matematik Bölümünden,
-Haluk Levent; Karadeniz Teknik Üniversitesi Orman Mühendisliği,Ankara Üniversitesi Kastamonu Meslek  Yüksek Okulu Bilgisayar Programcılığı, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fizik Bölümü ve Ankara Üniversitesi Muhasebe bölümünde kısa zamanlar öğrencilik yapmış,
-Gülse Birsel; Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümünden,
-Feridun Düzağaç;Çukurova Üniversitesi İktisat Fakültesi İngilizce İşletme bölümünden,
-Cüneyt Arkın; İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinden,
-Cem Yılmaz; Boğaziçi Üniversitesi Turizm ve Otel Yönetimi bölümünden,
-Ali Kırca; İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Hukuk Fakültesinden,
-Armağan Çağlayan; İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden,
-Beyazıt Öztürk; Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik-Heykel Bölümünden,
-Beren Saat; Başkent Üniversitesi İşletme Fakültesinden,

2.Bölüm

-Çelik Erişçi;  İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Temel Bilimler Bölümünden,
-Funda Arar; İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarından,
-Mehmet Ali Alabora; İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümünden,
-Mehmet Ali Erbil; Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Yüksek Bölümünden,
-Okan Bayülgen; Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarından,
-Okan Yalabık; İstanbul üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümünden,
-Sarp Apak; Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Oyunculuk Bölümünden,
-Sertap Erener; İstanbul Devlet Konservatuarından,
-Şahan Gökbakar; Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Tiyatro Bölümünden,
-Özgü Namal; İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümünden,
-Uğur Dündar; İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsünden,
-Tamer Karadağlı; Bilkent Üniversitesi Sahne ve Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümünden,
-Ferhat Göçer; İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdikten sonra konservatuarın Şan Bölümünüde bitirmiş.

Yine ünlüleri dibe vurduk, ayıp bize!..

7 Kasım 2012 Çarşamba

Aşk...



Bakıyorum, bakıyorum gözlerinin içine, güzelim kirpiklerine, o minnacık dudaklarınla tebessümüne. Çok özlüyorum seni, hem de çok. Fotoğrafların iyi ki var. Seni göremediğim, seninle olamadığım her an onlara bakabiliyorum. Bunlarla avunuyorum ve seni daha da özlüyorum.

Bebeğim, peki sen de beni özlüyor musun?

İlerde cevabını o küçücük ağzından duymak istiyorum. Hem de bir an önce…

Kendimde bir şeyi yeni fark ettim. Normalde yemek yerken ağzını şapırdatanlara çok sinir olurum. Ama ne yazık ki; artık yavrumun yemek yerken ağzını şapırdatmasına bayılıyorum, çok hoşuma gidiyor. Hatta kendimden geçiyorum diyebilirim. Geçenlerde ayıklanmış nar tanelerini o küçücük parmaklarıyla alıp ağzına atarken bir şaplattı ağzını, bayılacaktım nerdeyse. Ne olduysa, ya da nasıl bir şeyse bu “annelik”...

O en nefret ettiğim şeylerden birini bile yapsa, bana dünyanın en güzel anıymış gibi geliyor…

Onun her hareketini, her davranışını büyük bir merakla izliyorum ve tekrar tekrar O’na aşık oluyorum…

1 Kasım 2012 Perşembe

Vakit nakittir!..



İki ay olacak nerdeyse, blog giriş şifremi unutmayayım diye giriş yapayım dedim...

Bari bloğuma uğradım, bir şeyler mırıldanmadan çıkmayayım dedim...

Evet, hayat devam ediyor. Hayattayım ve yaşıyorum anlayacağınız...

Bazı arkadaşlarımla uzun süre telefonda konuşamazsak eğer (bir türlü görüşmeye vakit bulamadığımızdan) kendilerine;  hep derim ki:
"Ne o, hayatta mısın? Yaşıyor musun? Ben yaşıyorum. Evet sesini duydum sende yaşıyorsun"...

Aslında bu kibarca bir sitemdir kendilerine. Anlayanlar çok gülüyorlar zaten. Hayat artık bu şekilde olmaya başladı. Yani artık kimse kimseyi arayıp, soramıyor. Görüşmek için vakit ayıramıyor. Herkesin bir yaşam mücadelesi ve telaşı var. Buna bende dahilim. Ama bu şekilde giderse insanlar artık kimseyle görüşemez hale gelecekler. Bazen hesaplıyorum da; en yakın arkadaşımla bile senede bir defa görüşür hale gelmişiz. O da benim çabalarımla. Allahtan telefon ve mail var da, bu şekilde görüşebiliyoruz...

Ama isterdim ki sevdiğim insanlarla daha sık görüşebilmek. Buna kendi akrabalarım, kardeşlerim, annem ve babamda dahil. İnsan kendi kardeşiyle bile nerdeyse görüşemeyecek. Bunu yapan iş hayatı ve şehir yaşamı bence. Evler, semtler birbirine uzak. Gidip, gelmek insanın gözünde büyüyor. Üşeniliyor ve görüşmeler ertelenip duruyor...

Bu son bayramda bir arkadaşımız eşiyle birlikte oğlumuzu görmeye ancak gelebildiler. Çocuk oldu 20 aylık, yeni gördüler. Aynı şehirde yaşıyoruz halbuki. Olmadı mı olmuyor demek ki, yapacak bir şey yok. Buna da şükür dedik. Hele bir arkadaşım var ki; hatta adaşım ve hatta nerdeyse aynı gün doğacakmışız ki; o  benden bir gün sonra doğmuş. Kendisini 20 yıldır tanıyorum. Arkadaşım değil, dostumdu desem daha doğru olur. Bu kişi hala benim çocuğumu görmeye gelmedi. Kendiside benimle aynı şehirde yaşıyor. Yani bana uzak bir ilde oturmuyor. Bunun  nedenini hala çözmüş değilim. Hiç bir zaman vakit bulamadı, bana gelmeyi beceremedi. Uzun zamandır da kendisini aramıyorum, aramayı da düşünmüyorum. Arkadaşlığımız benim bir bebek dünyaya getirmemle bitmiş oldu. Olayı çok kısa bir şekilde  özetledim ama bu yaşadığım çok enteresan bir olay benim için. Bunun adı "kıskançlık mı?, yoksa çekememezlik mi?" bilemedim. Daha doğrusu bu iki huyu ona yakıştıramadım. Bu da üzüldüğüm, kendime bir türlü yediremediğim olaylardan birisidir. Bir gün belki bloğuma girip, bakarsa bu yazımı okursa hatasını anlayacaktır. Belki, kim bilir?..

Bugün iki yazı okudum ve ikisinede çok güldüm. Yazılar senarist Banu Kiremitçi Bozkurt'a ait. Özellikle de anneler okuyunca çok gülecekler. Burayı  ve burayı  tıklayarak bu iki yazıyı okuma şansınız var. Gülümsemeye ihtiyacınız varsa eğer, durmayın okuyun derim. Ben kaçıyorum, hadi sizlere iyi okumalar.

 E tabi vaktiniz varsa yada oluca...