22 Aralık 2009 Salı

Eski yılımız bitmeden...



Bir yıl daha bitmek üzere. Aslında sona eren her yılın, hem güzel hem de acı bir yanı var…

Hayallerle ve isteklerle dolu yepyeni bir yıla daha kavuşmak; doğrusu güzel ve heyecan verici. Ama bir yaş daha yaşlanıyor olmak ise “yeni yılın” kötü tarafı bence...

Neyse biz iyi tarafından bakarak yani birazcık “Pollyannacılık” oynayarak iyi şeyler düşünerek bu yıla girelim. “Pollyanna” deyince aklıma bir şeyler geldi. Bununla ilgili kitabı bana okumam için halam vermişti. Yalnız; o zaman kaç yaşlarında olduğumu hatırlamıyorum. Kitabı okuyup, bitirdiğimde ise “Pollyannacılık” oyununu oynayacağıma kendi kendime söz vermiştim. Bir yandan da; “Neden bu kızın karakterini örnek alıyorum diye, kendime kızıyordum”…

“Pollyanna karakteri” zaten hiçbir zaman gerçek olmadı. Onu oynayabilmek ya da onun gibi biri olabilmeyi başarmak gerçekten de çok zor. Zaten bir süre sonra onun gibi biri olamayacağına karar vermiştim. Şimdi düşünüyorum da; o küçücük, çocukluk yıllarımda sanki çok kötü biriymişim gibi, kendimi “Pollyanna” gibi olmaya zorlamam, ne kadar komik ve acı…

Aslında bahsetmek istediğim şey; yukarıdaki fotoğrafları olan mükemmel hazırlanmış iki farklı sofra. İşte asıl konu buydu. İkisine de bayıldım. Yeni yıla iki sofradan birinde girmek istiyorum inanın. Ama bende bu sofraları hazırlayabilecek bir “ENERJİ” maalesef yok. Yukarıdaki gibi hazırlanmış sofrası olan bir eve; misafir olarak gitmeyi gerçekten de çok isterdim. İkinci fotoğrafta, masadaki ağaca yerleştirilmiş olan küçük kartlarda ise; yeni yıl hediyelerimiz saklı olmalı. Yani saat tam 24:00’ ü gösterdiğinde; evde bulunan herkes sırayla istediği kağıdı ağaçtan seçip, almalı. Kağıdı açtığında ise; kendisine çıkmış olan sürpriz hediyesinin ne olduğunu öğrenmeli...

İnanın, bu konuda enerjim olsa bu yıl böyle bir sofra ve bu şekilde bir hediye ağacıyla uğraşabilirdim..

Ama eminim ki bu yıl da; diğer yıllarda olduğu gibi isteyip de, bir türlü yapamadığım şeylerle geçip, gidecek. Ama doğru olan bu değil ki!..

Doğru olan: “İstediğimiz şeyleri gerçekleştirebilmek ve bunun için emek sarfedebilmek”…

Bakalım 2010’da hangi isteklerimi gerçekleştirebileceğim?..

Dünyadaki iyi kalpli insanlara, sadece iki şey diliyorum:

“Mutluluk ve Sağlık” ya da “Sağlık ve Mutluluk”…

Bir de; "Yeni Yıl" sana seslenmek istiyorum:

-Eski yılı kıskandır ve ondan daha güzel bir yıl ol!..

-Tamam mı?..

12 Aralık 2009 Cumartesi

Burası neresi?..



Biraz kurak, biraz yeşildi sanki. Ya da bana öyle geldi. Biraz da sessiz ve ıssız…
Önce ben neredeyim diye merak ettim. Sonra yoldan geçen insanlara sordum: “Burası neresi” diye!..

Duyunca inanamadım. Amerika da; Californiya’ya bağlı “San Ramon” diye bir yerdeymişim meğer.

-“ Allahallah” dedim kendi kendime…

Şok geçirdim. Şokun sonunda, kendime geldiğimde; “Ben neden New York değil de, San Ramon’daymışım” diye sinirlendim. Kime kızıyorsam o da belli değil bu arada!..

-“Ben Amerika’da gitsem gitsem Newyork’a giderdim. Neden buraya gideyim ki? Ne işim var benim San Ramon’da?” diye söylenirken;

Birden “rüya” olduğunu fark ettim. Rüyada olunca işte ancak bu kadar oluyormuş demek ki! Newyork isterken, lotodan San Ramon çıkmış bana da haberim yokmuş. Ama sonra gördüm ki; San Ramon’da olmamın bir sebebi varmış. Hiç beklemediğim, ummadığım birisi orada yaşıyormuş. Uzun zamandır, yıllardır görmediğim eski bir arkadaşım. Onu görür görmez, hemen tanıdım. Fazla değişmemiş, bence aynıydı. E birazcık saçlarının rengi koyulaşmış. Onu en son gördüğümde saçlarının rengi daha açıktı. Bazı insanların saçlarının rengi; tuzlu suya yani denize girince açılır. Doğal bir sararma olur saç renginde. Ama bu herkeste olmaz. İşte onda değişen tek şey saçlarının rengi ve modeliydi. Değişen başka hiçbir şey yoktu.

Rüyamda bile olsa onu tekrar bu kadar yakından görmek müthiş bir şeydi. Çok güzeldi. Onunla ilgili kendisine bir şeyler soramadan görmekte olduğum rüyam bitiverdi. Oracıkta kalakaldım öylece. Oysa; ona sormak istediğim o kadar çok şey vardı ki!..

Umarım bir gün bu rüya gerçek olur ve onunla bir yerlerde gerçekten karşılaşırım. Belki istanbul’da, belki de Amerika’da. Kim bilir?

Velhasıl güzel bir rüyaydı. Böylece “San Ramon”u da görmüş oldum bu arada. Darısı Newyork’un başına!..

13 Ekim 2009 Salı

?..

Uzun zaman olmus, 7 ay kadar sadece...
*
Bloğuma girip, bir şeyler yazacağımı hiç düşünmemiştim artık ama nedense yazıyorum işte. Ne yazacağımı bile bilmiyorum aslında.
*
İnsanların gerçekten de içlerinden geçenleri hiç korkmadan, dürüstçe yazdıklarına inanmıyorum. Bir şeyler hep saklanıyor ve gizli kalıyor. Bazen "blog dünyasını" anlamakta zorlanıyorum. İnanılmaz bir yarış var sanki. Bu yarış ne için anlamış değilim doğrusu. Belki de bu yarışın içinde yer almak istemediğim için mi yazmıyorum ben de bilmiyorum. Nedenini tam olarak bulmuş değilim. Kendini kaptırıyorsun ve öylece gidiyor işte.
*
Neyse; "Neler zırvalıyorum ben" diyorum ve bitiriyorum. Merak ediyorum aslında: "Tekrar yazacak mıyım? Yoksa yazmayacak mıyım" diye. Hangisini istediğimi bilmiyorum. Çok da önemli değil zaten. İstediğim zaman yazabilirim. Bir kaybım yok ki!..

23 Mart 2009 Pazartesi

Arasıra...

Sonunda çocuklarının fotoğrafını görebildim. Hep merak ediyordum onları. Tanımadığım birinin çocukları merak etmek ne garip bir duygu!..

Acaba nasıl?

Ona benziyor mu?

Bunu merak etmek biraz garip çünkü; Cindy ile bir yakınlığım yok. Tanışmadık da! Ama çok beğendiğim, hayran olduğum, tanışmayı istediğim biri olduğu için ne zamandır bir yerlerde çocuklarının fotoğraflarını görmeyi hedefliyordum. O gün bu günmüş ve sonunda gördüm. Çocukları epey bir büyümüş, çok geç kalmışım görmekte. Ben iki çocuğunu da çok tatlı ve çok şeker buldum. Tıpkı Cindy gibi. Kendisine de benziyorlar zaten.

Nedir ki bu merak böyle? Neden ünlüleri merak eder dururuz. Kim kiminle, neden ayrılmışlar, nasıl aldatmış, evlenecekler mi, çocukları nasıl falan diye…

Bize ne?

Daha doğrusu bana ne?

Aslında bu tür şeylere ara sıra bakmak iyi geliyor insana. Yani magazin haberlerine . Çünkü gazetelerde ve haberlerde sürekli cinayet, vahşet ve sapıkların işlediği iğrenç olayları okumaktan ve izlemekten bıktım, yoruldum. İnsanın o günkü (+) enerjisini alıp, o gününüzü mahveden haberleri ne görmek ne de okumak istiyorum artık…

Bu tür kötü haberlerin yerine; kafayı dağıtan magazin haberleriyle oyalanmak en güzeli bence…

Uzun bir süre de; gazete falan okumak istemiyorum!..


9 Mart 2009 Pazartesi

...

Kısaca "Hayat";
*

Sen başka planlar yaparken, başına gelenlerdir!..
*
Bu aralar bu cümleye hastayım. O kadar anlamlı ki, o kadar müthiş ki...
*
Bir de bu sözü söyleyen kişinin kim olduğunu hatırlayabilirsem. Ama hatırlasam ne fark eder ki? Tanımadığım biri söylemiş işte...
*
Fazla plan yapmadan, o günü yaşamak lazım. Bu kadar çok insanın hayatını kaybettiği bir dünyada; hala hayatta isek zaten çok şanslıyız, sizler de bu yazdıklarımı okuyorsanız eğer şu an hayattasınız ve çok şanslısınız demektir. Bunun anlamını ve kıymetini ben çok iyi biliyorum...
*
Peki ya siz?..
*
Siz biliyor musunuz ne kadar şanslı olduğunuzu?..

14 Şubat 2009 Cumartesi

Yeter ki;


Anlamını bilen, bilmeden yaşayan, bu duyguyu hisseden ya da hissetmeyen, bu duyguyu yaşamadan hayatını sürdüren bir sürü insanlar dünyanın her yerinde var. Belki de bu duygudan haberdar, biliyordur ama ne yazık ki; karşısındaki insana, insanlara hissettiremiyordur...
.
Evet; "sevgiyi, sevgisini"...
.
Bu yüce duyguyu; hissederek, hissettirerek yaşamak lazım...
.
Yoksa bu dünya onsuz, yani sevgisiz yaşanmaz. Bu dünyanın sonu sevgisiz gelmez...
.
Yeter ki sev, sevgini göster. Bu göstereceğin kişi illa ki; insan olmak zorunda değil. Beslediğin bir hayvan, yetiştirdiğin bir bitki olabilir. Yeter ki ona dokun, onunla konuş, ona hissettir bu duygunu...
.
Sev, eğer sevmeyi bilmiyorsa da öğren. Hala bilmiyorsan ve hissetmiyorsan bu duygunun ne demek olduğunu dene. İnan bana bu duygudan sana zarar gelmeyecek...
.
Onsuz yani "sevgisiz" yaşanmaz. Onsuz yaşamayı da; sakın ha sakın deneme...
.
Hayatı sev, yaşamayı sev, güneşi, ağacı, denizi sev!..
.
Renkleri sev, çiçekleri sev, hayvanları sev, yağmurun kokusunu sev!..
.
Yeter ki sev! Ama iyi şeyleri, güzel şeyleri, güzel ruhları sev!..


15 Ocak 2009 Perşembe

İcat edilmedi ama hayali bile güzel...

Uzun zamandır, çok eskiden beridir istediğim; keşke dünyada böyle bir şey olsaydı dediğim bir isteğim var benim. Aslında çok ilerde bunu bulup, yapacaklarına da inanıyorum ama o günleri ben, bizler, sizler, onlar göremeyiz herhalde…
*
Eskiden de cep telefonu, uzaktan kumandalı TV’ler falan yokken de böyle elektronik şeylerin olabileceğine inanılmaz; “Yok artık, hayatta olmaz falan denilirdi”…
*
Ama insan beyni süper bir şey. Yeter ki; kullanmasını bil. Ama işte ne var ki; hepimiz kullanamıyoruz şu beynimizi. Hepimiz bilim adamı, icat profesörü olamıyoruz ne yazık ki…
*
Benim bir icadım, bir fikrim var ama. Bunu ortaya çıkarabilecek güçte bir beynim yok. Keşke olsaydı. Keşke beynimin %30’unu falan kullanabiliyor olsaydım. İşte o zaman bu icadımı ortaya çıkarabilecek, raflarda satışa sunabilecektim…
*
Henüz icat edilmemiş, icadımın ne olduğuna gelince;
*
Anlatacağım. Ama biri kopya çekip de, bunu ilerde icat ederse eğer; bu buluş benim haberiniz olsun. Çevremdeki insanlar zaten bunu hep istediğimi biliyorlar da; blog dünyası yeni öğrenecek…
*
Bazılarımız, daha çok hepimiz her gün olmasa da “rüya ve rüyalar” görüyoruz. Hatta bazı insanlar da gördükleri halde; “hiç rüya görmem” diye söylenirler. Aslında her insan rüya görür, fakat hatırlayamazmış. Hatırlayanlar, bunlara ben de dahilim; rüya gördüğümüzün bilincindeyiz. Hatta bazen: “Artık bu akşamda lütfen rüya görmeyeyim” diye Allah’a dua etmişliğim vardır…
*
Evet, icadımın konusu rüya ile ilgili. Şahsa özel film kaydedici gibi “rüya kaydedici” bir cihazın dünyada satışı olsun isterdim. Kişi bunu satın alacak. Akşam yatmadan önce kablonun birini kafasının bir bölgesine yapıştıracak, cihazın diğer kablosunu prize takacak. Tabii ki elektrik korkusu onlalar için; bu cihaz pille çalışabilecek. Sabah kalktığınızda ise tek yapmanız gereken; kafanızdan kabloyu çıkarmak…
*
O gece boyunca rüyanızda görmüş olduğunuz tüm detaylar artık o makine de kayıtlı olacak. İster akşam eve geldiğinizde ya da vaktiniz varsa sabah kalktığınızda bu cihazı TV’ nize bağlayarak rüyalarınızı net bir şekilde, hiçbir ayrıntıyı atlamadan izleyebileceksiniz. Bence bunun düşüncesi bile inanılmaz heyecan verici…
*
Görmek istediğiniz fakat yıllardır göremediğiniz insanları, sevdiklerinizi, artık hayatta olmayan sevdiklerinizi bu şekilde görüp; onlarla hasret gidereceksiniz. Sanki bir sinema filmi izlermiş gibi bir önceki gece gördüğünüz rüyaları ve kendinizi izleyeceksiniz…
*
Bu icadımı ortaya çıkarabilecek kadar deha bir beyne sahip olmadığım için; “Deha Bir Beyin” arıyorum desem, çok mu ileri gitmiş olurum. Ama gerçekten de öyle. Lise 2 ya da 3. sınıftan beridir bu istek vardı bende. Görmeyi isteyip de; göremediğim insanlar için isterdim bunu. Bari bu şekilde kavuşayım ona ya da onlara diye…
*
Bu “Rüya Kaydedici Makine” bir gün icat edilecek. Buna acayip derecede inanıyorum. Ama o günleri görebilir miyim? Bunu bilmiyorum. Yüz yılı bulur mu acaba?..
*
Akşam eve gittiğimde; dün gece gördüğüm rüyamı izleyebileceğim düşüncesi keşke gerçek olsaydı. Bu benim için o kadar heyecan verici bir şey ki. Herhalde iş yerinde meraktan çatlar, kafayı yerdim ne gördüm diye…
*
Hele bir de rüya görüp de; hiç hatırlamayanlar var ya. İşte asıl onların bu makineye sahip olduklarını düşünemiyorum bile…
*
Söylemeyi unuttum. Bu makinenin bir de kişiye özel şifresi olacak tabii ki. Öyle her isteyen bunu TV’ye bağlayıp izlemeyecek yani. Rüyalar kişinin özelidir, kişiye özeldir. Değil mi ama?..
*
Bu arada aklıma gelmişken; “Rüya Kaydedici Makine” min piyasada ki satış fiyatı ne olurdu acaba?..
........
***Fotoğraf alıntıdır...

6 Ocak 2009 Salı

Sorgu la-ma-lı-mı?..


Hep merak eder, düşünür, kafamda sorgularım bazı şeyleri. Ama bir türlü mantıklı bir çözüm bulamam. Sadece düşündüğümle, kafamı yorduğumla kalırım o kadar. İşte bunlardan bazıları:

~~~Neden minibüs, otobüs, taksi şoförleri hep aynı tarz müziği dinlerler? Neden türkçe ya da yabancı pop müzik, sanat müziği, klasik müzik falan dinlemezler. İlle de arabesk, ille de türkü dinlerler?

Şoför olmadan önce acaba bir kuruluşta eğitim alıyorlar da orada mı öğretiliyor; “İllaki bu türde müzik dinleyeceksiniz. Yoksa şoför olamazsınız” diye!..

~~~TV’de yayınlanan hayvanlar alemiyle ilgili belgeselleri izlediğimde; hep aynı şeyi sorgular dururum. Hem de hiç bıkmadan, usanmadan. Doğanın, tabiatın kanunu; hep et yiyenin ot yiyeni öldürmesi midir? Ben bunu iğrenç buluyorum. Neden bu ot yiyen güçlü kuvvetli hayvanlarımız bir araya gelip de; şu et yiyenleri kafasındaki güçlü boynuzlarıyla döverek, parçalamazlar? Neden hep boyun eğip, canlı canlı yok edilmeyi, yenmeyi kabullenirler. Neden akıllarının bir köşesinden; şu birkaç tane kaplan bize saldırmadan biz onlara saldırıp, onları güçlü ayaklarımızla yok edelim demezler?

Beyinleri otomatik olarak; yenilgiyi ta baştan kabullenmeye programlı sanırım. Keşke öyle olmasaydı?..

~~~Dünya ilk var olduğunda ilk insanlar olarak “Adem ve Havva” var olduysa diye başlamak istiyorum konuya. Bilindiği üzere dünyada bir çok ırk mevcut. Sarı ırk(çekik göz), beyaz ırk(karma ırk sarışın,esmer,kızıl) zenci ırk(Arap, Hintli, Afrikalı, ABD vs), kızılderili ırk vb. bir sürü değişik ırklar mevcut. Bu durumda bu ırkların her birinden bir çift Adem&Havva olması gerekmez miydi? Bu kadar birbirinden acayip derecede farklı ırklar sadece bir adet “Adem ve Havva” dan çoğalmadı herhalde?

Ama din kitaplarında sadece birer tane “Adem ve Havva” olduğu söyleniyor. Havva diyelim ki zenciydi. Adem de beyaz ırktan biriydi. Peki bu çekik gözlü dediğimiz sarı ırk, beyaz ırk olan ve aşırı derecede sarışın olan ve diğer ırklar nasıl oluştu? Olsa olsa Adem ve Havva’dan melez ırk oluşurdu…

~~~Acaba o sonsuz boşluğun içinde bizimki gibi başka bir dünya var da bizim onlardan, onların da bizden mi haberi yok. Nedense bana hep varmış gibi geliyor…

~~~Eğer insanoğlu; sessizce, içinden, kendi kendine düşünmeyi beceremeseydi; ne mi olurdu? Otobüste, trende ya da uçakta yolculuk yaparken herkesin aynı anda sesli düşündüğünü varsayarsak; ortaya çıkan gürültüden dolayı kafayı yerdik herhalde…

~~~Süt dişlerimizin çıkıp, yerine yeni dişlerimizin çıkması sanırım on yaşımızda falan tamamlanmış oluyor. Yani artık yeniden çıkması mümkün olmayan dişlerimizle yaşamaya başlamış oluyoruz. Ama bu yaşlardayken çoğumuz dişlerimize iyi bakamıyoruz ve çürüyorlar. Bu nedenle çoğumuz dişlerimizi erken yaşlarda kaybediyoruz. Mantıklı düşünecek olursak; bir insanın ömrünün ortalama 60-65 yaş olarak düşündüğümüzde; 50-55 yıl boyunca bu dişler bizle beraber yaşayacaklar. Çürüyüp, çekildiklerinde asla yerine yenisi gelmeyecek…

Düşününce keşke süt dişlerimiz daha geç bir yaşta dökülseydi. Ve hayatımızın herhangi bir yaşında dişlerimizin yenileri çıksaydı. Ne olacak ki; sırayla dökülüp, sırayla çıkarlardı. Böylece insanlar “takma diş” diye bir şeyi kullanmak zorunda kalmazlardı…

~~~Ne olurdu sanki köpekler ve kediler de; papağanlar gibi konuşabilselerdi. Sonuçta insanoğluna en yakın hayvanlar kediler ve köpekler. Benimle konuşabilen bir kedim olmasını; ne kadar çok isterdim anlatamam. Kim bilir acaba bana neler anlatır, benden neler isterdi? Düşüncesi, hayali bile heyecan verici…

~~~Keşke her insan dünyaya geldiğinde belirli bir yaşa kadar kesin yaşayacak, kesinlikle ölmeyecek şekilde gelseydi. Belirlenen o ölüm yaşı gelip çattığında ise; her an ölebileceğini bilerek yaşasaydı. Aynı şu an bizim durumumuzda olduğu gibi. Biz insanlar bu dünyada ölümlüyüz ve her an ölebiliriz ve bunu bilerek yaşıyoruz. Ne yazık ki, böyle bir gerçek var…

Ama insan eğer dünyaya geliyorsa; belirli bir yaşa kadar hiç ölmeden yaşamalı bence. Bu ölümsüzlüğün yaşı kaç olmalı? Kesinlikle çok zor bir soru oldu bu...

Baktım şöyle bir yazdıklarıma; "ve bu yazı yine uzadıkça uzayacak" dedim içimden. Hemen kesip, bitirmeye karar verdim. Bu kadar kafa ütüleme yeter bence. Ben bile yazdıklarımı okurken yoruldum…

~~~Kısa yaz diyorum sana Ebruli. Kı-sa-cık yaz! Bir türlü beceremiyorsun şu işi. Hep uzattıkça uzatıyorsun yazılarını. Seni okurken içimi bayıyorsun inan!..
.........
***Fotoğraf alıntıdır. Yanlış hatırlamıyorsam ödüllü bir fotoğraf. Ve benim çok beğendiklerimin arasında...